Türkler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hediye edici Tengri


Manevi ihtilaf niçin tam da Altay’da çıkmıştı? Cevap, Türk milletinin ruhunda.
Türk’ün ruhu, yani anlaşılmaz bir hayal dünyası ve esrarengiz semboller, işte bunlar manevi kültür zenginliğini doğurdular.
Eski Türklerde halkın refahı ve mutluluğu, nesillerin koruyucusu ruhların hakimiyetinde sayıldı. Ve insanlar, kendilerinin Sahip/Efendileri diye niteleyerek, onlara inandılar. Kimisi kuğuların ruhlarının hakimiyetine inandı; kimisi kurtların, ayıların, balıkların, geyiklerin ruhlarında himaye aradı.
Türkler, hep birlikte Yılan’a veya Ejderha’ya da saygı gösterdiler. (Zmeya-yılan, eski Türkçe’de “maga” veya “yılan”, ejderha “lu”, kertenkele ise “got” idi; anlaşılan, Avrupa’da Türklerden dolayı pekişmiş olan gotlar ismi, buradan çıktı.)
“Eski Türklerde bayrak ve ruh aynı şeyi temsil ediyordu”
Neslin efendisini, bayraklar üzerinde tasvir ettiler. Koruyucu-ruh, asıl bayraklar üzerinde yaşadı; onun için bayraklara karşı hususi bir tavır takınıldı. Bu arada, eski Altaylıların dilinde “bayrak” ve “ruh” kelimeleri, tamamen aynı biçimde ve bir manada kullanıldı.
Eski Türkler, kendi bayraklarını önce ölü hayvanların postlarından yaptılar. Sonra da kumaştan veya ipekten. Bayrağı yere düşürmek, büyük felaket; bayrağı indirmek, büyük utanç sayıldı.
Yılanın cihan-şümul bir tapınma nesnesi olması tesadüfi değildir. İnsanların ilk atası sayılan yılanın, onlara bilgelik ve bilgiler verdiği varsayıldı. Bu efsane, çok eski zamanlardan beri yaşıyor… Merkezi Asya’da, bugüne kadar yılana hususi bir saygı vardır; ona bayramlar adıyorlar; onun tasvirlerine her tarafta rastlamak mümkün…
Diğer milletlerin efsanelerinde, eski Türklerin sık sık “nagi” veya “yılan-insanlar” olarak isimlendirilmesi ilgi çekicidir. Yılan, efsanelere göre, yer-altı dünyasının hakimi idi. Onun için, ona itaat eden tanrılar (Yer-Su, Erlik, ve diğerleri), yer-altında yaşadılar. Ve insanlar, uzun süre, onlara, yani yer-altı dünyasının hakimlerine inandılar.
“Ellerinde demirden yapılmış aletlerle Türkler, ‘Dünyanın Efendisi Gök Tanrı’ dediler”
Yeni Tanrı –Tengri– tamamen başka bir dünyadandı. Gökyüzünden. İnsanlara onunla başka bir din-inanç geldi. Ve başka bir hayat! Ellerde demirden yapılmış aletlerle. “Dünyanın Efendisi – Gök Tanrı”, dediler Türkler…
Tabii ki, bu tür sözler herkesin hoşuna gitmedi. Karşı çıkanlar, yer-altı dünyasının hakimlerine olan eski inançlarını muhafaza ederek, Altay’ı terk edip gittiler… Böylece milattan önce V. yüzyılda İskitlerin (Sakların, Skoltların) tarihi başladı.
Onlar gittiler, Altay’da ise muazzam değişiklikler başladı ki bunlar, demirden yapılmış aletlerin yanında, olması gereken değişikliklerdi. Onları, Profesör Sergey İvanoviç Rudenko inceledi. İlim adamı, Pazırık kurganları kazılarını sürdürdü; orada gerçek hazineler buldu. Tabii ki, söz konusu olan altın ve gümüş değildi. Onun buldukları çok daha değerliydi. Bunlar, demire sahip olan Türklerin hayatını öğrenmeye imkan verdiler. Profesör Rudenko, toprak altından deliller çıkardı! Altaylıların elleriyle yapılan deliller. İşte onun çalışmasının güzel tarafı burası.
O, ilim sunağına, Çar’ın emrine göre hareket eden ücretli ilim adamları gibi boş sözleri değil, arkeolojik buluntuları sundu! En değerli hazine, şüphesiz, dizgin takımıydı. Onsuz at koşumu mümkün değildir. Toprak altındaki kurganlar, sadece deri kayışları/kemerleri değil, fakat demirden yapılmış gemleri de saklamışlardı. Dahası, süs olarak kullanılan demir haçları.
Bugün dizgin takımı, sıradan bir eşyadır. Onun Altay’da ortaya çıktığını çok az kimse biliyor. Onunla birlikte, Türk kültürü diye isimlendirilen yeni bir kültür doğdu… Görünüşte o, basit bir dizgin takımıdır, fakat yenilmez atlarıyla Türkleri Türk yapan da asıl odur! Dünyada kimse, atları o kadar zarif eyerlemeyi ve at üstünde dünyayı fethetmeyi başaramadı.
At, Eski Altay’ın sınırlarını araladı, uzak yolları açtı; taşımacılık, hayvan gücüyle yeni bir biçim aldı. Türk milleti, esas at sırtında ileriye, terakkiye koştu… Altaylıların yaşantısında pek çok yenilik ortaya çıktı.
Arkeologlar, Altay kurganlarında büyük kılıçlar, kılıççıklar ve hançerler, üzengiler ve örme zırh gömlekler, miğferler ve zırhlar buldular. Bunlar inandırıcı mı? Elbette. Dünyada hiçbir millet, böyle güzel aletlere sahip olmamıştır. Sadece Türkler. Onlar, Çin imparatorunun muazzam ordusunu, asıl bu sebeple bozguna uğrattılar… “Türk” sözü, Çin vekayi-namelerinde, işte bunun için yer aldı. Dahası, daha milattan önce IV. yüzyılda Çinliler Türklerin kıyafetlerini benimsediler; hatta pantolon giymeye başladılar. Sonra ata binmeyi öğrendiler…
“Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalade bir kabiliyet verdiğinin, hatta dünyada kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar”
Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalade bir kabiliyet verdiğinin; O’nun toprağı sürmeyi, hatta dünyada kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar… Dökme demirden sabanları (pulluğun atalarını), arkeologlar esas Eski Altay’da buldular!
Altaylılar, ürünü demir oraklarla topladılar, tahılı dövenle ayırdılar. Tarlalarda çavdar ve darı yetiştirdiler… Tohumu, topraktan yapılmış küplerde sakladılar. Ürün için yine ambarlar ve depolar, çuvallar ve sandıklar yaptılar. Hususi fırınlarda somun ekmekler pişirdiler. Onlar, güneşe benzemesi için, ekmeğe yuvarlak bir biçim kazandırdılar… Leziz ekmekler yapıldı. Mayalı, nar gibi kabuklu.
O zamandan itibaren, Altaylı insanlar kıtlığı unuttular.
Eski Türklerin evlerinde de değişiklikler oldu. Kurenler, yerlerini, sıcak ve rahat olan ağaçtan yapılmış izbelere bıraktılar (Türkçe “isi bina” – “sıcak yer”den “isba”). İzbelerin içine kerpiçten ocaklar yaptılar. Kerpiçten ocağı, bugün nedense “Rus’un/Rus icadı” görüyorlar… Kerpicin, Türklerin en başta gelen inşaat malzemesi olduğu unutuldu. (“Kirpeç”, Türkçe “ocakta/peçte pişmiş kil” demek.) Dünyada hiçbir millet, o sırada kerpiçten ve ağaçtan yapı yapmamış, düpedüz yapamamıştı.
Eski Türkler, her şeyde kendi yüzlerini muhafaza ettiler; onu yüzyıllar sonra bile karıştırmadılar. Mesela, kendi milli kıyafetleri sayesinde, dış görünüş bakımından diğer milletlerden farklı göründüler. Etli ve yoğurtlu yemekler, onların sofralarını başkalarınkinden ayırdı; kabarık kara ekmek, yiyeceklerini kendine özgü yaptı. Diğer kavimler ekmeği bile farklı pişiriyorlardı.
Giyecek ve milli mutfak, etnografyada fevkalade mühim şeylerdir. Atlı-kavimlerin kıyafeti ve yiyeceği, mesela, balıkçı-kavimlerinkinden tamamen farklıdır.
Altay’da, küçükten büyüğe herkes atlı idi. Yürüyerek gezmek ayıp sayılıyordu. Çocuklar önce ata biniyorlar, sonra yürümeyi öğreniyorlardı. Türk, atın yanı başında büyürdü. At, bütün hayatı boyunca onunla birlikteydi. Hatta mezara bile birlikte giderlerdi.
Dünyada ilk pantolonun, şalvarın, ökçeli-topuklu çizmenin atlı bir millette, Türklerde ortaya çıkmasının sebebi işte budur. Üzengili eyerler, demir kılıçlar, hançerler, mızraklar, şaşırtıcı derecede sağlam yaylar da esas savaşçı-atlılarda, yani Türklerde ortaya çıktı. Bu nesneler, diğer kavimlere düpedüz gereksizdi. Onlar, bunları kullanamıyorlardı.
Demirden yapılmış orakları, baltaları, dökme demirden pullukları, sıcak izbeleri, zarif sarayları, iki katlı evleri, at arabalarını, yaylı arabaları, kadarkaları ve daha nicelerini insanlığa çalışkan Türkler hediye ettiler.
İşte onlar, eski Türk kültürünün müşahhas başarıları! Ortada… Eski zamanlarda Altay’da şöyle derlerdi: “Her şeyi –iyiyi ve kötüyü, fakirliği ve zenginliği– sadece Tengri veriyor.”
Gerçekten de öyle.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Demir’in keşfi Gök Tengri’nin Türkler’e En Büyük Armağanı


Türkleri diğer kavimlerden, şüphesiz, sadece sanat değil, fakat dünyayı tanıma isteği de ayırmaktaydı. Onlar, seyahat etmeyi, tabiatı tanımayı seviyorlardı; onun esrarengiz hadiselerine izahlar aradılar.
Bu, kışın şiddetli ayazları ve yazın dayanılmaz sıcaklarıyla güçsüzler için müsait olmayan bir iklimin bulunduğu dağlarda yaşama hususunda onlara yardım etti. Pek çetin Altay, sadece akıllı ve bilgili insanlar için baba evi, ata yurdu olabilirdi.
İşte yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce, burada, Altay’da, bir mucize olmuştu. Daha doğrusu, tam bir mucize olmamış, sadece, üstün kabiliyetli bir millet ile er veya geç olması gereken bir mucizevi değişiklik vuku’ bulmuştu.
Kısacası, birisi, parlak bir çizgi gibi gökyüzünün çizildiğini ve yere bir yıldızın düştüğünü gördü. Bu bir meteor, büyük siyah bir taş idi. Semavi misafir, fark edilmeden kalmadı; Temir adlı bir kişinin çok ilgisini çekti…
Böylece (belki, hiç de böyle değil) eski Türkler, ilk defa demir hakkında, o “semavi metal” hakkında bilgi sahibi oldular; çünkü yere düşen meteor, demir idi.
Tabii ki, insanlar meteorları eski zamanlardan beri biliyorlardı; binlerce kez onları görmüşlerdi. Bilenler sadece Altay’da değildi. Mesela, Eski Mısır’da meteorlardan, müthiş dayanıklı bıçaklar yapmışlardı; bunlar altından daha değerliydi. Sadece hükümdarlar demirden silahlara sahip olabilirlerdi.
Altay’da, Temir adlı bu özbeöz Türk, dünyada hiç kimsenin aklından geçmeyen bir şey yapmayı öğrendi. Demir üreten bir metalürji ocağı, bir fırın icat etti.
Bu, insanlığın muhteşem icatlarından biriydi. Bu ancak tekerleğin bulunuşuyla mukayese edilebilir; onun neticeleri bile sıralanamaz. Dünya tarihinde bu tür buluşlar topu-topu iki-üç kez oldu. Onlar olağan-üstüdürler. Dahiyanedirler!.. Ebedidirler. Diğerlerini onlarla kıyaslamak kolay değildir.
Temir’in sayesinde, demir insanlara kolay anlaşılır hale geldi. Türkler “Sopa silahlı düşmana karşı, demir kalkan hazır” dediler, o zamandan beri. Demirin yapılış sırrı, Türk milletinin başlıca sırrı, onun kalkanı oldu.
Metalürji ocağı/fırınının sırrını ağızdan ağıza, babadan oğula naklettiler. Bu konuda sadece en güvenilir aileler bilgi sahibi oldular. Bu insanlara, yabancılar yaklaştırılmıyorlardı bile. Demirciler ve metalürji uzmanları, her zaman, Türk milletinin, belki en önde gelen mücevherleri, hazineleri oldular!.. Mesela, metalürji uzmanının oğluna -kazaen de olsa rüyada karısına ağzından bir şeyler kaçırmasın diye-, metalürji uzmanı olmayan bir sınıftan kızla evlenmek yasaktı.
Mahir demirciler, azizlere eş değerde idiler. Bunda bir haklılık payı da vardı. Zira, demirle Türklere görülmemiş bir refah gelmişti. Onlar, dünyanın en güçlü ve en zengin milleti olmuşlardı. Her tarafta bronz çağı hakimken, sadece Türklerde, demir, gündelik hayatın bir parçası haline gelmişti.
İnsanlar, Temir’in basit taşlardan (daha doğrusu, demir cevherinden) elde ettiği kıymetli demir külçelerini ellerinde tutarak, “Temir’e bu parlak fikri kim verdi?” diye sordular. Hep birlikte, “ona iyi kalpli Gök Tanrı verdi,” diye düşündüler.
İyi kalpli Tanrı, Altayların koruyucusu oldu. Onu, Türkçe “Gök Tanrı” veya “Ebedi Mavi Gök” manasına gelen Tengri diye adlandırdılar. Tengri, o zamandan beri Türkleri korudu, onların millet olmalarına yardım etti.
O, Eski Altay’a, insanları dürüst/dindar bir hayata sevk eden sevgili oğlu Geser’i gönderdi… Geser, Yeryüzünde ilk Peygamberdi. O, Gök Tanrı’nın Elçisi, insanlara Tanrı’yı anlattı.
Merkezi Asyalı milletlerde Geser ve onun güzel fiilleri hakkında pek çok efsane muhafaza olunmuştur. Gerçekten, yüzyıllar içinde, Geser’in ismi biraz biçim değiştirmiştir ki, bu, milletlerin tarihinde nadir şeylerden değildir. Şimdi Türkler, onu, daha çok Keder veya Hızır olarak isimlendiriyorlar. O, halkın hafızasında Gök Tanrı imajıyla birlikte muhafaza olunuyor.
O, bilge ve yeryüzünde hayatın kaynağının muhafızıdır. O, kimi insanların, asasına dayanan sakallı bir ihtiyar, kimilerinin de sıhhatli ve güçlü bir delikanlı olarak gördükleri ölümsüz kahramandır.
İlgi çekici olan şu ki, Hızır (Keder veya Kederles [Hızır-İlyas]) tipine, bugün dünyanın pek çok halkında rastlanıyor. Ne var ki, hepsinde değil, sadece eski Türk kültürü ile, Tengri ile sıkı bağları olanlarda… Bu, aydın bir insana çok şey anlatıyor.
Geser hakkındaki efsanelerde, Altay dağlarına refah ve mutluluğun geldiği, yeryüzünün ilkel şeytanlardan arınmış olduğu aydınlık çağ hakkında anılar çınlıyor. Altaylılar, o zaman, zengin demir cevheri yataklarını buldular, şehir ve kasabalar inşa etmeye başladılar. Gök Tanrı’yı öğrendiler… Hayat onları tanınmaz bir biçimde değiştirdi.

Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Gök Tanrı dininin kutsal öğeleri

Gökteki Kutsal Nesneler
Güneş, ay, ateş ve su, Tengri’nin kudretinin sembolleridir. İnsanların Gök’e dua ederek elde ettiklerine inandıkları “Buyan” adlı enerji, güneşin göğün neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. Bu yüzden yılın en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler en önemli bayramlardır. Bununla birlikte en fazla buyanın yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır.
Yılbaşı, 21 Aralık’tan sonra gelen ilk yeni ayda, “Kızıl Güneş Bayramı” 21 Haziran’dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Venüs gezegeninin Türklerdeki adı “Erklik,” Moğollar’daki adı “Tsolman”dır. “Ateşli ok” denilen yıldız kaymalarını ve yeryüzüne düşen meteorları Erklik Han’ın gönderdiğine inanılır (Erlik Han ile karıştırılmamalı). Büyük ayı yıldızlarına Moğollar’da Doolon Obdog (“Yedi Yaş Damlalı Adam”) derler. Gök’ün Ülker yıldızlarına bağlı olduğuna ve Ülker’in etrafında döndüğüne inanılır. Beyaz Ay bayramında 14 adet tütsü yakılır. Bunların ilk yedisi “Yedi Yaş Damlalı Adam” ve diğer yedisi Ülker içindir.
Üç-Dünya kozmolojisi
Gök Tanrı inancında gerçek âlemin yanında bir “gök âlemi,” bir de “yeraltı âlemi” vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran “Dünyalar Ağacı”dır.
Gök âlemi ve yeraltı aleminin yedişer katı vardır (bazen yeraltı 9, gök de 17 kat olarak geçmektedir). Şamanlar bu âlemlere yolculuk yapmak için birçok girişler tanırlar. Bu âlemlerin katlarında, aynı yeryüzündeki insanlar gibi bir hayat sürdüren varlıklar vardır. Onların da kendi saygı gösterdikleri ruhları ve şamanları vardır. Bazen bu varlıklar yeryüzünü ziyaret ederler ama insanlara görünmezler. Sadece ateşin garip bir cızırtısında ya da bir tilkinin havlamasında kendilerini belli ederler ve şamana görünürler.
Yeraltı âlemi (“Yerlik”)
Yeraltı âleminin yeryüzü ile çok benzerlikleri vardır ama yeraltı halkının insanlarda olduğuna inanıldığı gibi 3 ruhu değil, sadece 2 ruhu vardır. Onlarda, vücut ısısını üreten ve nefes alınmasını sağlayan “ami ruhu” eksiktir. Bu yüzden çok beyaz tenlilerdir ve kanları çok koyu renklidir. Yeraltı âleminin güneşi ve ayı çok daha az ışık verir. Yeraltında da ormanlar, ırmaklar ve yerleşim yerleri vardır.
Yeraltı âleminin efendisi Erlik Han’dır (Moğolca: Erleg Han). Erlik, Tengri’nin bir oğludur. Yeraltında yeniden doğmayı bekleyen ruhları da Erlik Han kontrol eder. Eğer hasta bir insanın “süne ruhu” daha ölmeden yeraltı âlemine kayarsa bir şaman, Erlik Han ile pazarlık yaparak onu tekrar geri getirebilir. Eğer bunu başaramazsa hasta ölür.
Gök âlemi
Gök âleminin de yeraltı alemi gibi yeryüzü ile benzerlikleri vardır ama bu âlemde insanların ruhları bulunmaz. Bu âlem yeryüzünden çok daha aydınlıktır. Bazı rivayetlere göre yedi tane güneşi vardır. Yeryüzündeki şamanlar bu âlemi ziyaret edebilirler. Burada sağlıklı, hiç dokunulmamış bir doğa vardır ve buranın yerlileri atalarının geleneklerinden hiçbir zaman sapmamışlardır. Bu âlem Tengri’nin diğer bir oğlu olan Ülgen’in himayesi altındadır.
Bazı günlerde Gök âleminin kapısı aralanır ve ışığı bulutların arasından parlar. Bu anlar, şaman dualarının en tesirli olduğu anlardır. Bir şaman, kendisini gök âlemine götüren hayali yolculuğunu bir kuşun, geyiğin ya da atın sırtına binerek, ya da bu hayvanların şekline girerek gerçekleştirir.
Dünya görüşü
Gök Tanrı inancına göre dünya sadece üç boyutlu bir ortam değil, aynı zamanda durmadan dönen bir çemberdir. Her şey bu çemberin içine bağlıdır ve çember durmadan eskir ve yenilenir. Dünyanın üç boyutu, güneşin hareketi, durmadan hareket halinde olan mevsimler ve bütün yaratıkların ölümden sonra tekrar doğan ruhlarından oluşur.
İnsanların üç ruhu
Tengricilikte, insanların ve hayvanların birden çok ruha sahip olduklarına inanılır. Genelde her insanın üç ruha sahip olduğu kabul edilir ama ruhların isimleri, özellikleri ve sayıları bazı kavimlerde farklı olabilir: örneğin, Sibirya’nın kuzeyinde yaşayan ve bir Moğol halkı olan Samoyetler, kadınların dört, erkeklerin beş ruha sahip olduklarına inanmaktadırlar.
Ruh türleri
Kuzey Amerika’da, Orta ve Kuzey Asya’da araştırmalarda bulunmuş olan Paulsen ve Hultkratz bu ruh inancının bütün halklarda aynı olan iki ruhunu şöyle açıklamışlardır:
- Nefes, hayat ya da beden ruhu
- Gölge ruhu/serbest ruh
Bunların yanında kavimden kavime değişen “kısmet ruhu,” “koruyucu ruh” ve bir de “çocuk ruhu” inancını tarif etmişlerdir. Yeni doğan bir çocuğun “Omi ruhu” olduğuna ve bu çocuk bir yaşına girdiğinde bu ruhun “Ergen ruhu”na dönüştüğüne inanılır. Ayrıca aynı kavme ait olan insanların bir “kolektif ruh”a sahip olduklarına inandıkları tespit edilmiştir. Bu “kolektif ruh” inancı, aynı türe ait olan hayvanlara da yansıtılır. Yani, aynı türe ait olan hayvanların büyük bir toplu ruha bağlı olduklarına inanılır.
Ruh adları
Türklerde ve Moğollarda insan ruhları için birçok farklı isimler bulunur ama bunların özellikleri ve anlamları henüz yeterince araştırılmış değildir.
Türklerde: Özüt, Süne, Kut, Sür, Salkin, Tin, Körmös, Yula
Moğollarda: Sünesün, Amin, Kut, Sülde
Jean Paul Roux, bu ruhların yanında, bir de Uygurlar’ın Budist dönemlerinden kalan yazılarda sözü edilen “Özkonuk” ruhuna dikkati çeker.
Moğolistan’a araştırmalar yapmak için gidip sonunda hayatını Tengriciliğe adamış ve “Sarangel Odigen” adıyla Şamaniçe olarak Moğolistan’da vefat eden bilimci Julie Stewart, Tengricilik hakkında yazdığı makalelerinden birinde ruh inancını şöyle tarif etmiştir:
Amin ruhu: Nefes almayı ve vücut ısısını sağlar. Amin ruhu tekrar canlandırır. (Bu ruhun Türklerdeki adı “Özüt” olsa gerek. Kaşgarlı Mahmud, yazdığı Divân-ı Lügat-it Türk adlı eserinde “Özüt ruhu”nu nefes ruhu olarak tarif etmiştir).
Sünesün ruhu: Vücudun dışında, suya gider, suyun içinde hareket eder. Aynı doğadaki su çemberi gibi bir varlık sürdürür. İnsan ölünce yeraltı dünyasına iner. Tekrar dünyaya gelmesi gerektiğinde, bir kaynaktan çıkar ve bebeğin içine girer. (Türklerde “Süne ruhu”).
Sülde ruhu: Bir insana kişiliğini veren ruh. Benlik ruhu. Diğer ruhlar insan vücudunu terk ederse sadece baygınlığa, benliğini yitirmeye ya da komaya yol açarlar, ama eğer bu ruh vücudu terk ederse insan ölür. İnsan ölünce doğada bir cisme girer ve Yer Su ruhu olur. Tekrar dünyaya gelmez.
Hayvanların iki ruhu vardır. Hayvan öldüğünde bunlardan birisi tekrar dünyaya gelir ve diğeri doğaya yerleşir. Hayvanlar yeniden dirilebilen bir ruha sahip oldukları için, onlara da saygılı davranmak ve eziyet etmemek gerekir.
Kut, Tengrikut ve Iduk
Kut: Tengrinin sadece hükümdarlara verdiği güçlü bir ruhtur. Tengri bu ruhu bir kağana, uygun gördüğü zaman verir ve yine uygun gördüğü zaman geri alır. Bu ruha sahip olan bir kağanın unvanına “Tengrikut” eklenir.
Iduk: Umay’ın, Yer Su’ların ve bazı diğer dişi cinsiyetli kutsal varlıkların ismine katılan bir ektir ve henüz yeterince araştırılmamıştır. Jean Paul Roux’un fikrine göre, “Kut”un dişi varlıklara verilen uyarlamasıdır.
Diğer kutsal varlıklar
Tengri’nin yanında Tengriciliğin coğrafyasında en yaygın ve en tanınmış kutsal varlıklar şunlardır:
Umay (Iduk Umay ya da Tenger Ninyan da denir): Bereket tanrıçası. Tengri’nin kızı.
Ülgen (Altaylar’da Adakutay, Yakutlar’da Ak Toyun): Tengri’nin oğlu. Gök âleminin (cennetin) efendisi.
Erlik Han (Yeraltı âlemi=Yerlik/Erlik): Tengri’nin oğlu. Yeraltı âleminin efendisi.
Günümüzdeki Yakutlar ve Altaylar yukarıda sayılan dört tanrısal varlığın yanında ayrıca şu kutsal varlıkları tanımaktadırlar:
Kayra Han: Altaylılarda yüksek derecede bir tanrı. Gök’ün en yüksek katında, altın bir sarayda, altın bir tahtta oturduğu anlatılır. Altayların yaratılış efsanesinde hatta insanların yaratıcısı olarak gösterilir.
Ayzıt ya da Aykız: Aşk, güzellik ve Ay tanrıçası. Gök’ün 3. katında oturur. Kamlar alkışlarında (alkış= Dua) inanılmaz güzelliğini methederler.
Gün Ana: Güneş tanrıçası. Güneş ile birlikte Gök’ün 7., yani en yüksek katında oturur.
Ay ata ya da Ay dede: Ay tanrısı. Ay ile birlikte Gök’ün 6. katında oturur.
Alasbatır: Ev hayvanlarının koruyucusu.
Ancasın: Yıldırımların efendisi.
Su İyesi: Suda yaşayan güzel peri kızlarıdır.Kendilerini yılana ya da kuşa çevirebilme yetenekleri vardır.
Taş Gaşıt: Kısmet tanrısı.
Andarkan: Ateşin efendisi. Eski Kırgızlarda bir bitki tanrıçası aynı isimi taşıyordu.
Satılay: Kötülük tanrıçası. İnsanların dengesini bozar, yoldan çıkarır ve ruh hastalıkları getirir. Çaresiz insanları intihar etmeye ikna eder.
Kış Han: Kışın efendisi.
Arah, Toyer, Tarila, Sabıray: Yeraltı âleminde, insanların ruhları hakkında kararlar veren hakim derecesindeki ruhlar.
Gölpön Ata: Koyunların koruyucusu.
Erdenay: Haberci. Tanrıların insanlara bildirmek istedikleri iyi kararları insanlara ileten ruh.
Kambar Ata: Atların koruyucusu.
Od Ana: Ateşin ve ocağın tanrıçası.
Doğa ruhları
Tengricilikte doğa ruhlarla doludur. Bu ruhlar bulundukları yerlere ve özelliklerine göre kategorilere ayrılırlar. Bunların isimleri Tengrici halkların farklı dilleri ve lehçelerine göre değişebilir. Ama bunlar genel olarak iki büyük gruba ayrılabilirler:
Gök ile bağlantısı olan ruhlar: Bunların adlarına çoğunlukla “kök-” (mavi) ya da “-tengri” (gök) kelimeleri eklenir.
Yer ile bağlantısı olan ruhlar: Bunlar toplu olarak Türklerde “Yer su” ve Moğollarda “Gazriin ezen” olarak adlandırılırlar.
Şamanlar birçok ruhu kontrol edebilir ama bazı gök ruhları o kadar güçlüdürler ki bir şaman onları etkileyemez. Bir ruh sadece, denge bozulduysa ve düzeltilmesi gerekliyse rahatsız edilebilir. Önemsiz meseleler veya sırf merak için rahatsız edilmemeleri gerekir. Moğollarda Tengri’nin yanındaki en güçlü kutsal varlıklar, Gök’ün ayrı yönlerinde bulunduklarına inanılan dört kudretli gök ruhlarıdır. Moğollar bunların adlarına da “-tenger” (gök) eklerler:
Erleg Han (Erlik Han), yeraltının efendisi. Doğu-”tenger”i.
Usan Han, su ruhlarının efendisi. Güney-tengeri.
Tatay Tenger, kuzeyden çağrılır. Fırtınaların, yıldırımların ve hortumların efendisi.
Moğolların bu gök ruhları çok güçlüdür ve etkilenemezler. Şamanlar onlardan sadece bir ayinde yardımcı olmalarını rica edebilir. Bu ruh gruplarının dışında bir de Çor (Moğolca: Çotgor), Ozor, Ongun, Körmöz ve Burhan ruhları vardır.

Yer su (Moğolca: Gazriin Ezen, Yakutca: Ayy): Yer ile bağlantısı olan doğa ruhları. Bir dağın, gölün, ırmağın, kayanın, ağacın, köyün, binanın; hatta bütün bir ülkenin ruhu olabilirler.
Çor (Moğolca: Çotgor): Dengeyi bozan, bedensel ve ruhsal hastalıklar getiren kötülük ruhları. Bazı Çor’lar ölmüş insanların, yeraltı aleminin yolunu bulamamış olan Süne-ruhlarıdır. Bu takdirde bir şamanın bu ruhu tekrar yola getirmesi gerekir. Diğer kötülük ruhları tekrar canlandırma çemberinin dışında dururlar ve sonsuza dek doğada dolaşırlar. Şamanlar bu ruhları etkileyip iyi bir yardımcı ruh haline getirebilirler.
Ozor ruhları, Ongun ruhları ve Burhan ruhları çoğunlukla iyi ruhlardır, ama zaman zaman sorun da yaratabilirler. Ozor ve Ongun ruhları bazı ataların bir süre boyunca doğada dolaşan Sülde ruhlarıdır. Bu ruhlar şamanların törenlerinde en önemli yardımcılarıdır.
Körmöz (Moğolca: Utha): Ölmüş şamanların ruhlarıdırlar. Körmözler daima canlı şamanların yanında bulunur, onlara yol gösterip yardımcı olurlar. Körmözler birçok şaman kuşaklarının tecrübesine sahiplerdir. İyi ve kötü Körmözler vardır. Ayrıca Körmözler yeni ölen insanların ruhlarına yol gösterirler ve onları gitmeleri gereken yere götürürler.
Burhan: Burhanlar çok güçlüdürler ve bir şaman onları etkileyemez. Eğer bir insanı hasta ettilerse, sadece hastayı rahat bırakmalarını rica edilebilirler. Sadece çok güçlü bir yardımcı ruhu olan bir şaman, Burhan ruhunu kontrol edebilir. Bu uygulamadan sonra o Burhan bir Ongun’un içinde tutulan Ongun ruhu olur.

Hristiyanlar Gök Tanrı’yı Sahiplenip, Nasıl Türkler’in Elinden Aldı?


Belki de Batının Türkleri tarih boyunca baskı altına almaya ve özünü unutturmaya çalışmasının temel nedeni buydu. Bizi eski inancımızdan uzaklaştırarak, kendi yaptıklarını sonsuza dek hasır altı edebilmek…
İmparator Kostantin’in İhaneti
Roma’nın dünkü kolonisi, yıldan yıla görülmemiş bir güce kavuştu; Kıpçaklar sayesinde, hızla mamur bir ülke haline geldi. Türklerle ittifak, onu kazançlı çıkardı. Grekler, kendi şartlarını Mısır’a, Filistin’e, Suriye’ye ve bizzat Roma’ya dikte ettirdiler. Fakat bunlar Konstantin’e artık az geliyordu.
325 yılında Konstantin, İznik şehrinde bütün Hristiyan din-adamlarını topladı. Bu, İznik ismiyle bilinen ilk ruhaniler toplantısı (Ekümenik konsül) idi.
Konsül, tek bir hedef gözetmekteydi. Bunu saklamadılar bile. İmparator, Konsül’e Hristiyanlığın kilisesini kurmayı emretti; fakat bu kilise, artık Türk modeline göre değil, Grek modeline göre olacaktı. Uzun yıllar zihninde taşıdığı, uğruna her yola başvurduğu, işte buydu.
Grek kilisesinde Tengri ve Hristos, Konstantin’in fikrine göre, tek bir şahsiyet, daha doğrusu tek tanrı halini aldılar… Grekler, böylece, Tengri adını kullanarak, ilahi gücü ele geçirmeye karar vermişlerdi. Bunun için onlara İznik konsülü ve kendi kiliseleri gerekliydi.

Fakat, Tengri’yi kendi kiliselerine kapatıp, Türklerin dualarına, ayinlerine/törenlerine, mabetlerine saldırdılar… Onların ruhi/manevi kültürlerinin hepsine. Türklerin yüzyıllar içinde biriktirdikleri, şimdi Bizans’a, onun kilisesine geçiyordu. Bu, Türk milletine karşı işlenmiş bir suç değil midir?! Böyle itina ile sakladıkları, bu değil midir?!
İznik konsülünde hiç kimse, imparator Konstantin’in emrettiği şeyi anlamadı bile. Anladıkları zaman ise, öfkelendiler. Tanrı ile insanı birleştirmek, düşünülemeyecek kadar büyük bir saçmalıktı. Bu bir hakaretti.

Tengri’yi ilk olarak Mısırlı piskopos Ariy müdafaaya kalktı. O, Tanrı’yla insanı aynileştirmenin imkansız olduğunu söyledi. Çünkü, Tanrı ruh, insan ise cisim, yani Tanrı’nın eseridir; o, ancak Tanrı’nın iradesi üzerine doğar ve ölür. Ariy, çok tahsilli bir adamdı. O, güvenle inandırdı. Onu, Ermeni, Arnavut, Suriye ve diğer ülkelerin kiliselerinin piskoposları selamladılar. Onlardan hiç biri, tabii ki, Hristo’yu inkar etmiyorlardı; fakat hiç biri Tanrı ile onu aynileştirmediler. Gök (Tanrı)’ün cezasından korktular.
İhtilaf hüzünlü bitti. İmparator Konstantin, kendisine muhalefet edilmesine müsaade etmeyeceğini söyleyerek, anlaşmazlığı kaba bir biçimde kesiverdi.
Fakat, muhalif piskoposlar fikirlerini değiştirmediler. Onlar, Konstantin’in emrine boyun eğmediler ve Tengri’yi Hristo’ya eş tutmadılar. Diğer bir deyişle, Derbent’te Türk din-adamlarının kendilerine öğrettikleri temiz dini muhafaza ettiler.
Ermenistan, Kafkas Arnavutluğu, İveriya (Gürcistan), Suriye, Mısır, Habeşistan’ın hıristiyan kiliselerinde, Tengri, gerçek Tanrı olarak kaldı. Sadece O’na dua ettiler. O’nun suretinin benzeri, ikonlar üzerinde tasvir olundu. O’na mabetler tahsis ettiler.
Şaşırtıcı olan şu: Türk hanları, İznik konsülünün farkına varmadılar; onlar sanki başka bir dünyada yaşıyorlardı. “Tanrı’dan başka tanrı yoktur” düşüncesiyle yaşıyorlardı.
Grekler bu defa da kurtuldular. Kendilerini tekrar aklamak için, Hristo’nun öğrencilerinin notlarını bulduklarını ilan ederek, Yeni Öğüt’ü [Ahd-i Cedid’i] –Hristo’nun fiilleri ve soy ağacı ile ilgili kitabı– uydurdular… Onların yalanı bitmiyordu.
Anılar nasıl bulunabilir? Nerede? Hristo adıysa, ancak II. yüzyılda ortaya çıktı. (Greklerin kendi ağızlarından ortaya çıktı!)
Türkler, bu gibi durumlarda, “Göğe tükürürsen, kendi yüzüne düşer” diyorlar.
Bununla birlikte, Yeni Öğüt’ü [Ahd-i Cedid’i] uyduranlar, kendilerini çok zahmete sokmadılar. Grek redaktörler, Geser (Tengri’nin oğlu)’le ilgili olduğunu bile bile, onun kahramanca davranışlarının bir bölümünü, Hristo’ya mal ettiler; bazı şeyleri ise, açıkça, Buda’nın hikayesinden aldılar.
Dinden çok uzak bu tür politikacılarla, böyle insanlarla Hıristiyanlığın ana kitabı oluştu; bu tür politikacılar, ona daha sonra birçok kere yeniden yazdılar. Bunun gerçek dinle hiçbir ilişkisi yoktu.
Konstantin, tam bir politikacı idi; o, her şeyden haberdar olduğunu, kendi kilisesini kurmak için elverişli bir an seçmek suretiyle, ne yaptığını çok iyi biliyordu. O sırada, Kıpçakların Alanlarla ilişkileri aniden ve köklü bir biçimde gerginleşmişti; Grek yenilikleriyle o kadar da ilgilenmediler.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Erke Han ve Gök Tanrı İnancı


Dünya, Kuşan hanlığının azametini I. yüzyılda öğrendi; ünlü hükümdar Kanişka, Türkleri meşhur etti. Bereket versin ki, onun gerçek adı, bugüne kadar muhafaza olunmuştur (sikkeler üzerinde “Kanerka olarak yazılıdır).
Filozof, şair, parlak bir komutan ve yönetici olan Han Erke, Türk kültürünü kimsenin yapamadığı kadar yükseltti. Onu, Şark’ta zirveye çıkardı. Onun huzurunda, “Türk” sözünü, sesleri titreyerek telaffuz ediyorlardı. O kadar kutsal bir sözdü.
Han Erke, 78 yılında Kuşan hanlığı tahtına oturdu; onu 23 yıl yönetti. Bilge hanın en birinci silahı, ne taş, ne ok, ne örme demir zırhtı; sadece söz idi. Dünyanın en kudretli sözü:“Tanrı”. Kendisine ve bütün Türk dünyasına zaferler kazandıran asıl oydu.
Han Erke, Şark’a Tengri inancını hediye etti.
Törenleri ve duaları çok güzel bilmesi ve kendi öğretisi ona yardım etti. Onun dili, güzeli ve doğruyu seslendirirdi; saatlerce onu dinlerlerdi. Hükümdar, çok geniş bilgili bir kişiydi. Yabancılar-Türkler için değerli olan şeyin altın, dalkavukluk ya da diğer insanlar üzerinde hakimiyet kurma olmadığını; Şark’ın insanları hanın konuşmalarıyla, makul politikasıyla öğrendiler. Onlar için değerli olan hareketler ve asalet idi. Hükümdar, milletin yüzü, zatı idi. Ona inandılar. Demek oluyor ki, millete inandılar.
“Cennet ve cehennemi dünyada edinirsin, çünkü Tansı sen ne kadar hak edersen onu verir.”
Han Erke, her kişiyi, kendisi ve akrabaları için, cenneti ve cehennemi bizzat kendi davranışlarıyla dünyada iken hazırladığına bilgece inandırdı. Kendi musibetlerinden ve felaketlerinden kimseyi sorumlu tutamayacağını, o öğretti. Sadece kendisini. Çünkü Tanrı, sen ne kadar hak ediyorsan o kadarını tam olarak veriyor.
“İyilik yap, dünya sana daha iyi olsun.”
İşte o, İlahi Mahkeme; dünyadaki en adil mahkeme… Olan şu: Sonsuz Mavi Gök’ün altında sadece sen, senin hareketlerin ve onları yargılayan Tanrı. Geriye kalan her şey o kadar da mühim değil. Yeni dinin ana-fikri son derece basitti: İyilik yap, dünya sana daha iyi olsun… Bu saf hakikati kavrayan insanlar, onu kabul ettiler. Ki, başka hiçbir millette benzeri bilgelikler yoktu. Türklerin manevi/ruhi kültürüne bu çekici geldi… Her şey senin ellerinde. Sadece bunu hatırla.
Türkler, mesela, ruhların ebediliğine, ölümden sonra kendilerinin tamamen değişeceklerine inanmışlardı. Herkes, gelecek hayatta en koyu günahkarın bile bütün günahlarını affettirebileceğini öğrenmişti. Şimdiki hayatta ona şans ve ümit verilmişti. Tengri’ye olan bu inanç, insanların ruhlarını güçlendirdi; fedakarlığa davet etti.
Han Erke, bıkıp usanmadan, “Kurtuluşun davranışlarda” olduğunu öğretti.
Türklerin Tengri adına yaptıkları ayin/tören, yabancıları hayretler içinde bırakmıştı. Bu, gerçekten azametli idi. Tam bir tören havasındaydı. Gök Tanrı’nın adı çabuk unutulmadı. Törenin ayırt edici hususiyetleri vakurluk ve düzenlilikti. Öyle ihtişamları, öyle şatafatları, pagan dünya bile bilmiyordu. Onlardan haberdar değillerdi.
Türkler, putperestlere başka bir gezegenden gelmiş yabancılar gibi gözüktüler. Onların her şeyi iyi ve saf idi; onun için, Altay’ı, Şark’ta “Cennet”, Yeryüzü Cenneti, kendilerini ise, Ariler olarak isimlendirdiler. Bu ad (Hindistan’daki Şambxkala gibi) Türk milletinin ana-vatanının adı olarak binlerce yıldan fazla yaşadı; oradaki atlılar hakkında efsaneler düzdüler.
Kuşan şehirleri Han Erke döneminde, çanların melodik sesleri altında uyandılar: Din adamları, milleti sabah duasına çağırdılar… O heyecan verici dakikalar hakkında, belki sadece tahminde bulunulabilir. Ne yazık ki, onlar hakkında çok az şey biliniyor. Bu çanlar tam nasıldı? Onları çalanlar nasıl görünüyorlardı? Şimdi kimse bilmiyor. Fakat çanlar var idiler (bu, kazılardan biliniyor). Hatta bizzat “çan” kelimesi, mümkündür ki, tam bu uzak yıllarda ortaya çıktı. O, eski Türk dilinde Gök’e çağrı manasına geliyordu. Kelimesi kelimesine: “Gök’e dua edin.” Ve insanlar dua ettiler.
Onlar, dua tören-ayinlerini mabetlerin etrafında ulu Gök Tengri’nin altında kutladılar… Bir zamanlar Altay’da, kutsal dağların etrafında tıpkı böyle dua ederlerdi. Mabetleri, kalıntılardan anlaşıldığına göre, ufak yapmışlardı. Önceleri, bu mabetler kutsal dağları hatırlatma vazifesi gördüler; sonra mimarlık nesnesi oldular.
Mabetin iç hollerine girmek yasaktı. Sadece din adamları, onlar da çok kısa bir süre için, girerlerdi. Fakat, onlar bile orada nefes alma hakkına sahip değillerdi… Kutsal yerdi!
Diğer milletlerin adetleri başka türlüydü. Orada inananlar mabetlere giriyorlardı. Mümkündür ki, Türkler bu geleneği sonradan benimsediler (bunun veya diğer kültürlerin gelenekleri nasıl geliştiklerini, bazılarının yerlerini niçin başkalarına bıraktıklarını bugünün ilmi fazla aydınlatamıyor.)
Duadan önce semavi buhur/günlük yakmak adettendi. Buhuru taslar (buhurdan) içinde yakıyorlardı. Eski bir Altay efsanesine göre, pis/kötü güçler, tütsü kokusuna dayanamıyorlardı. (Tören/ayin, eski Türk dilinde “savuşturmak/vazgeçirmek”, “ürkütüp kaçırmak” manasına gelen “kadıt” kelimesiyle adlandırılıyordu.)
Tanrı’ya, alçak bir sesle şarkılar söyleyerek dua edilirdi. Koro, Gök Tanrı’yı ululayan ilahi melodileri beliğ bir şekilde terennüm ederdi. Bu şarkı-dualar “ırmaz” olarak isimlendirildi. (Kelimesi kelimesine “bizim şarkılarımız”.)
Tengri’nin haçı her yerde…
Her yerde Türklerin manevi/ruhi kültüründe Tengri’nin eşkenar (dört kolu aynı uzunlukta) haçı vardı. Ona Şark’ta “vadjra” dediler… Han Erke, inançların yayılmaları için güç kullanmaktan kaçınmadı. Şark kavimlerinin anılarında kalan hadiseler… Büyük hadiseler. Tengri’nin haçları, o zamanın “Kuşan” hanlığı döneminin Türk şehirlerinin ve mabetlerinin yıkıntıları, arkeologların gözlerinden kaçmadı, bunlar biliniyor.
O sırada Tengri’ye inanmayan insanların ruhlarını kaplayan inanılmaz kargaşa hakkında sadece tahmin yürütmek mümkündür. Onlar, haddinden fazla baskılar altında olduklarından “şaşırdılar”. Kendi zaaflarına mağlup olarak, ıstırap çektiler.
Tabii, ülkedeki demirin, mükemmel bir ordunun ve refahın -Tanrı için yapılan törenler gibi tam olmasa da-, Türk kültürünün mümtaz yüceliğine inandırdığını unutmamak gerekir. İşte Altay’ın, sonra da Kuşan hanlığının, Şark’ın manevi/ruhi merkezi oluşunun sebebi. Türklere, onların ana-vatanına, cennete gelir gibi geldiler… (Söz açılmışken, çok eski zamanlara ait coğrafya haritalarında, Altay’ın gerçekten Yeryüzü Cenneti olarak isimlendirildiği biliniyordu.)
Han Erke’nin sözü Apokalipsis’te yazılıdır…
Buraya diğer kavimlerin elçileri geldiler; onların kültürünü öğrendiler. Kuşan hanlığındaki yabancılar için Kandahar sanat mektebi ve manevi/ruhi eğitim merkezleri açtılar. Anlaşılan, bu merkezlerin benzerleri Altay’da da vardı.
Altay’da, zamanında Musa’nın arkasından buraya gelen Yahudi Yeşua tahsil görmüştü. Bu konudan Kur’an’da dolaylı olarak söz ediliyor. Bu Yeşua, sonra Roma İmparatorluğu’na, Gök Tanrı’nın atlıları ile ilgili haber götürdü. Onun sözü, Hristiyanların en birinci kitabı olan Apokalipsis’te yazılıdır. Bundan dolayı, onu İsus Hristo (İsa) olarak adlandırdılar… Veya, “Tanrı’nın Yakını”, yani “Tanrı’yı gören kişi”!
Kuşan hanlığının hükümdarlarının sık gelen ve istenen misafirleri, Hindistan’ın ve Tibet’in din adamları oldular. Olmamaları da mümkün değildi; çünkü Han Erke, Keşmir’i kutsal şehre, hac mahalline dönüştürmüştü…
Altay’lı hacıların Keşmir’de kendi mabetleri vardı; orada Türk dili hiç susmadı. Anlaşılan, bu, hala meşhur olan Altın Tapınak idi.
Han Erke, gücünü ve zamanını hayırlı işlere verdi; bu, bütün Türk dünyasına cömertçe ürünler getirdi. Buda’nın taraftarları IV. Konsül’lerini Keşmir’de topladılar. Buraya Şark’ın çok meşhur Budistleri toplandı. Onlar, Tengri adını ve onun öğretisini burada tanıdılar ki bu öğretiler, Budizm’in yeni muhtevasını (mahayana) doldurdu.
Yeni tören/ayinlerin metni, bakır levhalar üzerine yazıldı; bunlar çok geçmeden, Çin’de, Tibet’te, Moğolistan’da Budizm’in kutsal metinleri oldular (ve hala duruyorlar)… Bu levhalarla, daha doğrusu, IV. Konsül’le, Budizm dininin, daha sonra “lamaizm” adını alan yeni bir kolu doğdu.
Şark’ın büyük eğitimcisi Han Erke, bilgeliğiyle, kendisine müttefikler buldu. O, Budistlerce kutsal şahsiyetlerden sayılıyor; adını dualarda zikrediyorlar; sadece Türkler, kendi meşhur hanlarını hatırlamıyorlar.
… Bereket versin ki, bu yüce insanı diğer milletler hatırlıyorlar.

Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Eski Türklerin yaşam gücü: Kut


Kut; Türk, Moğol ve Altay inancında kutsal enerji, yaşam gücü anlamında kullanılmaktadır. Hut, Kud, Gut da denir. Moğollar Kutag, Hutag derler.
Kutsal yaşam gücü, bereket, hayat verici, mübareklik, canlılık gibi anlamları vardır. Yiğitler kut sayesinde ölümden kurtulur veya yaşama döner. Bu güç Tanrı’dan kaynaklanır. Tanrı bu gücü geri çekerse kağanlar tahtı ve yaşamlarını yitirirler. Padişahların ve soylarının kanı kutlu sayıldığından, hanedandan birisi idam edileceği zaman boynu kılıçla vurulmaz, yay kirişiyle boğularak öldürülür. İnsanın kutu doğmadan önce gökyüzünde yer alır. Şarap gibi akıcı, su gibi durudur.
Çağdaş Türkiye Türkçesindeyse kut şu anlamlarda kullanılmaktadır:
1. Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç.
2. Mutluluk.
3. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket.
Jean-Poul Roux “Altay Türklerinde Ölüm” adlı eserinde kut kavramına çok geniş yer vermiş olup, bu kitabında kutu şu şekilde izah etmektedir;
- Akışkan, jelatine benzer bir madde,
- Zihin, ruh, hayati güç,
- Şans, talih, uğur,
- Sürüleri koruyan bir muska ya da nazarlık.
Eski Orta Asya Türk ve Moğol inanışlarına göre, yaşam kaynağını Gök Tanrı’dan alır. Yiğitler Tanrı’nın kendilerine inayet ettiği kut sayesinde ölümlerden kurtulur ve başarıdan başarıya koşarlar. Beyler ve kağanlar kutsanmıştır, yani kut sahibidir. Ancak doğuştan itibaren kut sahibi olabilmek için çeşitli ritüeller gerekir. Tanrı’nın kut’u geri çekmesi kağanın tahtını ve yaşamını yitirmesi anlamını taşır. Bunun için eski Altay inanışlarına göre Tanrı’dan kut dilenir. Örneğin, ilk Türk eserlerinden Irk Bitig’de; Tanrı tarafından kutu alınan bir savaşçının, Gök Tanrı’ya yakarışı ve eski gücünü yeniden kazanması anlatılır. Kutun değişik türleri vardır.
Bor Kut: Cisimleşmiş kuttur. Bir nesneyi temsil eden onun küçük bir modeli gibidir. Yer ruhudur.
İye Kut: Bir varlığı koruyan ruhsal enerjidir ve tamamen soyuttur. Ana ruhtur.
Sal Kut: Hareketli kuttur. Rüzgar gibi esebilir. Hava ruhudur.
Bu inancın Sahalardaki adı Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) veya Tanara Üöreteğe (Tanrı Öğretisi)’dir. Sahaların günlük yaşamlarında bu inancının izlerini her zaman görmek mümkündür. Kut, bütün canlı varlıkların ruhu ve yaşam enerjisidir. Kut üç unsurdan oluşmuştur. Bor kut (toprak-can), Salgın kut (hava-can) ve İye kut (ana-can). Bazı saha efsanelerine göre kut Ürün Ayı Toyon tarafından verilmektedir. Bunu ilahe Ayıhıt insanlara getirmektedir (ulaştırmaktadır). Bazı hikâye ve masallarda Ağa kut (baba-can) ve Sür kut (hayat-can) ifadelerine de rastlanmaktadır.
Kutun bedenden ayrılması ile ölüm gerçekleşmez ama kişide var olan kutsallık ortadan kalkar, o kişi sıradanlaşır. Kut, insan için kesinlikle bir güç ve uzun ömür kaynağıdır. Birey onsuz hayatını çok da fazla uzun sürdüremez. Ancak tin (ruh) bedenden ayrıldığı vakit, kişinin ölümü hemen gerçekleşmiş olur.
Altay kavimlerinde kut
Eski Türklerde öldükten sonra göğe çıkılacağı inancı hakimdir. Bununla birlikte başlıca ikametgahı gökte olan insan ruhları, bir dağda mensup olduğu boyun ilk yerinde, evinin çevresinde, bozkırda gezebilir. Ruh, mezarda boy’un atalarını temsil eden ongunlarda, öldürülen düşman yansıtan balbal taşlarında ve boy’un bayrağında (tuğ) barınabilir. Bu biçimde ruhun dünyaya dönüşü mümkündür. Ayrıca ölen kişinin öldürdüğü hayvanların ve insanların öteki dünyada ona hizmet edeceğine inanılır. Bu yüzden hayvanları ile birlikte gömülür. Her öldürdüğü düşman içinse taş (bal-bal) dikilir. Hayvanları öldürmek bu yüzden kurallarına uygun bir biçimde yapılmak zorundadır. Hayvanın iskeleti korunmak zorundadır ve kanı -yani “Yaşam gücü” sayılan kutu- akıtılmamalıdır. Moğol Kağanı Cengiz Han Büyük Yasası; kan akıtılmadan öldürme biçimini şöyle açıklar: Bir hayvan kesilirken bacakları bağlanmalı, karnı açılmalı ve ölünceye kadar kalbi elle sıkılmalıdır”. Altay kavimlerince (Türkler, Moğollar…) böyle olursa hayvanın yeniden dünyaya geleceğine inanılır. Nitekim Osmanlı’da da bu eski Türk geleneği vardır. Padişahların kardeşlerini öldürmesi bir gelenektir. Ama öldürme biçimi eski adetlere uygun yapılır. Kanı, yani kutu (Yaşam Gücü) akıtılmadan yay kirişiyle veya kayışla boğulur.
Günümüzde bu kelime uğur, şans anlamında kullanılmaktadır. Kutsamak, kutlamak… gibi bereket ve esenlik bildiren kelimeler kut- kökünden türetilmiştir.
Devlet geleneğinde kut
Devlet geleneğinde kut inancı, Türk devletlerinde başta olan insanların, kendilerine bu görevin Tanrı tarafından verilmiş olduğuna inanmalarıdır. Osmanlı padişahlarında da bu inanç görülür ve yazdıkları fermanlarda Zillullah unvanını da kullanırlardı. Zamanla bu inanç halk tarafından da benimsenmiştir.
Herhangi bir kişinin yönetici olmayı hak etmesi için Tanrı’nın ona “kut” vermesi gerekir. Türk yönetim felsefesinde “Gök Tanrı” dan gelen “kut”, yöneticilerin yönetmiş oldukları toplum üzerinde âdil bir yönetim tarzını ortaya koymaları için vermiş olduğu “geçici” bir yönetim yetkisidir. Başarılı olmayan, sorunları çözemeyen kağan Tanrı tarafından kendine verilmiş olan “kutu” kaybetmiş sayılır. “Kutu” alınmış olan kağanının Türk Milletini yönetme hakkı yoktur. Kağanın almış olduğu “kut”, onun sezebilme, hissedebilme, anlayabilme, kavrayabilme ve toplumu yönetebilme yeteneğini canlı tutar. “Kut”un hakkını vermenin temel ölçüsü ise kağanın “bilgeliğidir”.
Türk yönetim tarihinde kağan ve hükümdarlarının kullandığı ad ve unvanları kut anlayışı ile bağlantıları bakımından önemlidir. Meselâ, Türk tarihinin önemli liderlerinden Mete’nin unvanları; “Tanrı-kut” ve “İdi-kut”; Göktürk kağanının unvanı ise “Kutlug Beg”dir.
Kut kavramının kökeni
(Kut/Kud) kökünden türemiştir. Temizlik anlamını içerir. Farsça Hüda kelimesinin dönüşmüş biçimi olduğu öne sürülse de, aslı Türkçe Kut (kutsallık, kutluluk) kökünden türemiştir. Bereket, yaşam gibi anlamlar içerir. Kutan, dua, yakarış demektir. Evenk dilinde Khutu sözcüğü kutsallık manası içerir. Kudagaçı sözcüğü, büyücü, şaman anlamına gelir. Kuthu şeklinde Tunguzcaya ve Hutu şeklinde Mançucaya geçmiştir. Sümercede de ayen Kut biçimiyle yer aldığı görülmektedir. İtelmenlerin (Kamçadalların) Kuth veya Kutka (Kutku) adlı dünyayı ve canlıları yaratan bir Tanrıları vardır.
Uta
Türk, Altay ve özellikle Moğol halk inancında ve şamanizmde ruh enerjisi. Koruyucu ruh ve (daha doğrusu ruh şeklinde düşünülen) koruyucu enerjidir. Kut’un farklı bir türü olarak kabul edilir. Bazen iyicil ruhları tanımlamakta da kullanılır. Sözcük Moğolca kökenlidir. Dagur dilinde Huta, duman anlamına gelir ve yarı şeffaf (yarı soyut) bir görüntüyü ifade etmektedir. Utga ise Moğolca’da his demektir.