Tengri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tengri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hediye edici Tengri


Manevi ihtilaf niçin tam da Altay’da çıkmıştı? Cevap, Türk milletinin ruhunda.
Türk’ün ruhu, yani anlaşılmaz bir hayal dünyası ve esrarengiz semboller, işte bunlar manevi kültür zenginliğini doğurdular.
Eski Türklerde halkın refahı ve mutluluğu, nesillerin koruyucusu ruhların hakimiyetinde sayıldı. Ve insanlar, kendilerinin Sahip/Efendileri diye niteleyerek, onlara inandılar. Kimisi kuğuların ruhlarının hakimiyetine inandı; kimisi kurtların, ayıların, balıkların, geyiklerin ruhlarında himaye aradı.
Türkler, hep birlikte Yılan’a veya Ejderha’ya da saygı gösterdiler. (Zmeya-yılan, eski Türkçe’de “maga” veya “yılan”, ejderha “lu”, kertenkele ise “got” idi; anlaşılan, Avrupa’da Türklerden dolayı pekişmiş olan gotlar ismi, buradan çıktı.)
“Eski Türklerde bayrak ve ruh aynı şeyi temsil ediyordu”
Neslin efendisini, bayraklar üzerinde tasvir ettiler. Koruyucu-ruh, asıl bayraklar üzerinde yaşadı; onun için bayraklara karşı hususi bir tavır takınıldı. Bu arada, eski Altaylıların dilinde “bayrak” ve “ruh” kelimeleri, tamamen aynı biçimde ve bir manada kullanıldı.
Eski Türkler, kendi bayraklarını önce ölü hayvanların postlarından yaptılar. Sonra da kumaştan veya ipekten. Bayrağı yere düşürmek, büyük felaket; bayrağı indirmek, büyük utanç sayıldı.
Yılanın cihan-şümul bir tapınma nesnesi olması tesadüfi değildir. İnsanların ilk atası sayılan yılanın, onlara bilgelik ve bilgiler verdiği varsayıldı. Bu efsane, çok eski zamanlardan beri yaşıyor… Merkezi Asya’da, bugüne kadar yılana hususi bir saygı vardır; ona bayramlar adıyorlar; onun tasvirlerine her tarafta rastlamak mümkün…
Diğer milletlerin efsanelerinde, eski Türklerin sık sık “nagi” veya “yılan-insanlar” olarak isimlendirilmesi ilgi çekicidir. Yılan, efsanelere göre, yer-altı dünyasının hakimi idi. Onun için, ona itaat eden tanrılar (Yer-Su, Erlik, ve diğerleri), yer-altında yaşadılar. Ve insanlar, uzun süre, onlara, yani yer-altı dünyasının hakimlerine inandılar.
“Ellerinde demirden yapılmış aletlerle Türkler, ‘Dünyanın Efendisi Gök Tanrı’ dediler”
Yeni Tanrı –Tengri– tamamen başka bir dünyadandı. Gökyüzünden. İnsanlara onunla başka bir din-inanç geldi. Ve başka bir hayat! Ellerde demirden yapılmış aletlerle. “Dünyanın Efendisi – Gök Tanrı”, dediler Türkler…
Tabii ki, bu tür sözler herkesin hoşuna gitmedi. Karşı çıkanlar, yer-altı dünyasının hakimlerine olan eski inançlarını muhafaza ederek, Altay’ı terk edip gittiler… Böylece milattan önce V. yüzyılda İskitlerin (Sakların, Skoltların) tarihi başladı.
Onlar gittiler, Altay’da ise muazzam değişiklikler başladı ki bunlar, demirden yapılmış aletlerin yanında, olması gereken değişikliklerdi. Onları, Profesör Sergey İvanoviç Rudenko inceledi. İlim adamı, Pazırık kurganları kazılarını sürdürdü; orada gerçek hazineler buldu. Tabii ki, söz konusu olan altın ve gümüş değildi. Onun buldukları çok daha değerliydi. Bunlar, demire sahip olan Türklerin hayatını öğrenmeye imkan verdiler. Profesör Rudenko, toprak altından deliller çıkardı! Altaylıların elleriyle yapılan deliller. İşte onun çalışmasının güzel tarafı burası.
O, ilim sunağına, Çar’ın emrine göre hareket eden ücretli ilim adamları gibi boş sözleri değil, arkeolojik buluntuları sundu! En değerli hazine, şüphesiz, dizgin takımıydı. Onsuz at koşumu mümkün değildir. Toprak altındaki kurganlar, sadece deri kayışları/kemerleri değil, fakat demirden yapılmış gemleri de saklamışlardı. Dahası, süs olarak kullanılan demir haçları.
Bugün dizgin takımı, sıradan bir eşyadır. Onun Altay’da ortaya çıktığını çok az kimse biliyor. Onunla birlikte, Türk kültürü diye isimlendirilen yeni bir kültür doğdu… Görünüşte o, basit bir dizgin takımıdır, fakat yenilmez atlarıyla Türkleri Türk yapan da asıl odur! Dünyada kimse, atları o kadar zarif eyerlemeyi ve at üstünde dünyayı fethetmeyi başaramadı.
At, Eski Altay’ın sınırlarını araladı, uzak yolları açtı; taşımacılık, hayvan gücüyle yeni bir biçim aldı. Türk milleti, esas at sırtında ileriye, terakkiye koştu… Altaylıların yaşantısında pek çok yenilik ortaya çıktı.
Arkeologlar, Altay kurganlarında büyük kılıçlar, kılıççıklar ve hançerler, üzengiler ve örme zırh gömlekler, miğferler ve zırhlar buldular. Bunlar inandırıcı mı? Elbette. Dünyada hiçbir millet, böyle güzel aletlere sahip olmamıştır. Sadece Türkler. Onlar, Çin imparatorunun muazzam ordusunu, asıl bu sebeple bozguna uğrattılar… “Türk” sözü, Çin vekayi-namelerinde, işte bunun için yer aldı. Dahası, daha milattan önce IV. yüzyılda Çinliler Türklerin kıyafetlerini benimsediler; hatta pantolon giymeye başladılar. Sonra ata binmeyi öğrendiler…
“Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalade bir kabiliyet verdiğinin, hatta dünyada kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar”
Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalade bir kabiliyet verdiğinin; O’nun toprağı sürmeyi, hatta dünyada kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar… Dökme demirden sabanları (pulluğun atalarını), arkeologlar esas Eski Altay’da buldular!
Altaylılar, ürünü demir oraklarla topladılar, tahılı dövenle ayırdılar. Tarlalarda çavdar ve darı yetiştirdiler… Tohumu, topraktan yapılmış küplerde sakladılar. Ürün için yine ambarlar ve depolar, çuvallar ve sandıklar yaptılar. Hususi fırınlarda somun ekmekler pişirdiler. Onlar, güneşe benzemesi için, ekmeğe yuvarlak bir biçim kazandırdılar… Leziz ekmekler yapıldı. Mayalı, nar gibi kabuklu.
O zamandan itibaren, Altaylı insanlar kıtlığı unuttular.
Eski Türklerin evlerinde de değişiklikler oldu. Kurenler, yerlerini, sıcak ve rahat olan ağaçtan yapılmış izbelere bıraktılar (Türkçe “isi bina” – “sıcak yer”den “isba”). İzbelerin içine kerpiçten ocaklar yaptılar. Kerpiçten ocağı, bugün nedense “Rus’un/Rus icadı” görüyorlar… Kerpicin, Türklerin en başta gelen inşaat malzemesi olduğu unutuldu. (“Kirpeç”, Türkçe “ocakta/peçte pişmiş kil” demek.) Dünyada hiçbir millet, o sırada kerpiçten ve ağaçtan yapı yapmamış, düpedüz yapamamıştı.
Eski Türkler, her şeyde kendi yüzlerini muhafaza ettiler; onu yüzyıllar sonra bile karıştırmadılar. Mesela, kendi milli kıyafetleri sayesinde, dış görünüş bakımından diğer milletlerden farklı göründüler. Etli ve yoğurtlu yemekler, onların sofralarını başkalarınkinden ayırdı; kabarık kara ekmek, yiyeceklerini kendine özgü yaptı. Diğer kavimler ekmeği bile farklı pişiriyorlardı.
Giyecek ve milli mutfak, etnografyada fevkalade mühim şeylerdir. Atlı-kavimlerin kıyafeti ve yiyeceği, mesela, balıkçı-kavimlerinkinden tamamen farklıdır.
Altay’da, küçükten büyüğe herkes atlı idi. Yürüyerek gezmek ayıp sayılıyordu. Çocuklar önce ata biniyorlar, sonra yürümeyi öğreniyorlardı. Türk, atın yanı başında büyürdü. At, bütün hayatı boyunca onunla birlikteydi. Hatta mezara bile birlikte giderlerdi.
Dünyada ilk pantolonun, şalvarın, ökçeli-topuklu çizmenin atlı bir millette, Türklerde ortaya çıkmasının sebebi işte budur. Üzengili eyerler, demir kılıçlar, hançerler, mızraklar, şaşırtıcı derecede sağlam yaylar da esas savaşçı-atlılarda, yani Türklerde ortaya çıktı. Bu nesneler, diğer kavimlere düpedüz gereksizdi. Onlar, bunları kullanamıyorlardı.
Demirden yapılmış orakları, baltaları, dökme demirden pullukları, sıcak izbeleri, zarif sarayları, iki katlı evleri, at arabalarını, yaylı arabaları, kadarkaları ve daha nicelerini insanlığa çalışkan Türkler hediye ettiler.
İşte onlar, eski Türk kültürünün müşahhas başarıları! Ortada… Eski zamanlarda Altay’da şöyle derlerdi: “Her şeyi –iyiyi ve kötüyü, fakirliği ve zenginliği– sadece Tengri veriyor.”
Gerçekten de öyle.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Tengri’nin (Gök Tanrı) Kavramsallaştırılması


Tengri kelimesi, tarih öncesinden beri Asya kıtasında var olagelmiş ve ifade ettiği anlam Çin sınırından Güney Rusya’ya, Kamçatka’dan Marmara denizine kadar bütün Asya kıtasında kullanılagelmiştir. Hem “Gök”, hem de “Tanrı” anlamına gelen Tengri kelimesi Türk ve Moğol söz dağarcığına aittir.
Çok tanrılı olan Altay halkları Tanrılarını ve Yüce Tanrıyı ifade etmek için bu kelimeyi kullandıkları gibi, Türkler ve Moğollar tarihleri boyunca kabul ettikleri evrensel dinlerin hepsinde de Tanrı kelimesini aynen korumuşlardır.(1) Büryatlar O’na “Tengri”, Volga Tatarları “Tengere”, Beltirler “Tingir”, Yakutlar “Tangara” ve Çuvaşlar da “Tura” derler. Çeremisler semavi tanrıya “Gök” anlamında “Yume”, Ostyaklar ve Vogullar “Num ture” (çok yüce, yüksekte yaşayan), daha güneydeki Irtiş Ostyakları ise anlamı “parlak, ışıklı, aydın” olan “Senke”den “Num Senke” (yüksekten gelen Senke) ve “Yem Senke” (yi Senke) derler.(2)
“Dünyanın düzeni, toplumun örgütlenmesi, insanların yazgısı Tengri’ye bağlıdır.”
Tanrı kelimesi Tanrısal olanı ifade etmek için kullanılmıştır. O’na ilk önce Hun’larda rastlanır. Metinler onu “ulu, ak ve göksel, ezelî-ebedî” olarak tanıtır, çok “güç”lüdür. Orhun yazıtlarında “üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek ilk kozmogonik bir eyleme imada bulunulur. O’nun açıkça “Yaratıcı” olarak nitelenmesi açık olarak Yakutlar, Altaylılar ve Buryatlar’da görülür. Dünyanın düzeni, toplumun örgütlenmesi, insanların yazgısı Tanrıya bağlıdır.
Bunun için Hakanlar ünvanlarını gökten alır.(3) Çin kaynaklarına göre “Göğün doğurduğu” ya da “Göğün oğlu”, ünvanlarını kullanırlar. Örneğin hükümdar Şa-po-lüe için “t’ien-tes”, Mo-ç’o için ise “t’ien-nan” tabiri geçer.(4) Ancak “t’ien-nan” tabiri Çin hükümdarı için kullanılan “t’ien-tes” (göğün oğlu) ile aynı anlamda değildir. “T’ien-nan” Türkçe’deki gibi “Tanrısal”, “kutsal” anlamına gelir.(5) Hükümdar Gök Tanrı’nın vekil ve ulağıdır. Tanrıya tapınma, hükümdarın şahsında birlik halinde sürdürülür.
“Gök şahit olsun ki…”
Moğollar göğün her şeyi gördüğüne inanırlar. Yemin ederken, “Gök bilsin ki” veya “Gök şahit olsun” derler. Dua ederken “gök bunu bilsin” derler. Gökle ilgili kuyruklu yıldız, kuraklık, su baskını gibi işaretleri Tanrının (hoşnutsuzluğunun) haberleri ve düzenlemeleri olarak yorumlarlar. Komutanlar seferlerden önce Tanrıya yakarmak için dağ tepesine çıkar, ordu da çadırlarına çekilir ve dua eder.(7) Her şeyi bilen ve gören “Gök Tanrı”, kanunların koyucusu ve evrenin idarecisidir, ancak O bunu doğrudan doğruya değil, yeryüzünde temsilcisi olan hanlar aracılığıyla yapar. Mengü-Han’ın Rubruk vasıtası ile Fransız Kralına gönderdiği mektupta, Moğolların iman formülü görülmektedir: “Ezeli ve ebedi tanrının emri budur. Gökte bir tanrı vardır, yeryüzünde de bir Hakan, tanrının oğlu Cengiz Han olacaktır.” Cengiz Han’ın mühründe de “Gökte bir tanrı, yeryüzünde bir Han. Dünyanın efendisinin mührü.” ibaresi yazılıdır.(8)
Genel olarak denilebilir ki, Ural-Altay kavimlerinin Göksel ilahları diğer ırklarınkine göre ilk özelliklerini daha iyi muhafaza etmiştir. Tanrı fırtına ve gök gürültüsüne dönüşmediği gibi, onların inançlarında kutsal evlilik de yoktur. Kuzey Amerika kavimlerinin mitolojilerinde olduğu gibi, Ural-Altay kavimlerinin inançlarında da gök gürültüsü bir kuş şeklinde canlandırılmakla beraber, ona kurbanlar sunulmamaktadır.(9)
“İlk Türkler bile Tanrı inancına sahipti”
Tengri, Sümerdeki “Dingir” ile de ses, biçim ve anlam bakımından yakınlıklar içerir.(10) Muhtemelen tarih öncesi zamanların başlangıcında (dördüncü bin yıl öncesinde) Orta Asya’dan Mezopotamya’ya getirilmiştir. Buradan en erken proto Türklerin Gök Tanrıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Fakat Gök Tengri daha çok, ilk Türklerin dinî hayatının Orta Doğu ve Akdeniz bölgesindeki dinî hayatın yapısından çok, Hint-Avrupa ırklarının dinî hayatına yakınlığı dolayısıyla, Hint-Avrupa Gök Tanrısına benzemektedir.(11)
Hunlarda “Gök”
Değişik lehçelerde Hun, Kun, Sun, Gun denilen Hun’ların; gök, göğü tamamlayan yer ve bu ikisi arasında doğurulmuş insandan oluşan üçlü bir evren anlayışına sahip olduğu bilinmektedir. Ancak var olan doğal evrenin aşkın bir nedeni yoktur ve evren şimdi nasılsa evvelce de öyledir.(12) Çin kaynaklarına göre Hakan’a “Tengri Kut Şanyu (göğün oğlu, gök gibi büyük) denilmektedir.(13) Bu ise onun gök tarafından yaratıldığından, göğün tek neden olduğundan, dolayısıyla kozmolojik bir eylemden bahsetmek demektir.
Hun Yabgusu Laoşang’ın Çin imparatoruna yazdığı mektubunda “Gök ve Yerin yarattığı, Ay Ata ile Gün Atanın koruduğu Hun’ların büyük Tanju’su”(14) ifadelerini kullanmasından da bu gerçek açıkça anlaşılmaktadır.
Yabgu’nun her gün iki defa olmak üzere, sabahleyin doğan güneşe, akşam aya karşı tazimde bulunması da bu ifadeden olsa gerektir. Ayrıca yabgu, ilkbaharda yapılan büyük kurban törenlerine katılır ve töreni yönetirdi. Çünkü Hun’larda Gök, diğer kozmik olgular içinde en üst seviyede görülür, insanları etkiler ve adına kurbanlar kesilirdi. Gökten başka aynı zamanda atalara, yere, ruhlara ve tanrılara da kurbanlar kesilirdi.(15)

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Mircea Eliade, İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Çev: Lale Arslan, c. 3, Kabalcı yayınları, stanbul 2003, s. 12-13.
(2) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 89-90.
(3) Mircea Eliade, İnançlar ve Düşünceler Tarihi, s. 12-13.
(4) Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, Selenge Yayınları, İstanbul 2006, s. 246,319, 590.
(5) Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 589.
(6) Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. 3, s. 14.
(7) Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. 3, s. 14.
(8) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 92.
(9) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 94.
(10) Hikmet Tanyu; İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1980, s. 7.
(11) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 94, Dipnot: 130.
(12) İsmail Taş, Türk Düşüncesinde Kozmogoni-Kozmoloji, Kömen Yayınları, Konya, 2002, s.24-26
(13) Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yayınları, stanbul, 1988, s.87
(14) Marcel Brion, Asya ve Avrupa’da Hunlar, Çev: Reşat Uzman, Çatı Kitapları, İstanbul, 2005, s. 36.
(15) Lev Nikolayaviç Gumilev, Eski Türkler, Çev: Ahsen Batur, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 116.

Avrupalıların Tengri’yle tanışması


Murat ACİ’nin, (Murat ADJİ) Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fahri UNAN’ın Türkçe’ye çevirdiği “Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi” adlı eserinde Kıpçak Türklerinin Batı dünyasıyla ilk tanışma bölgesi Kafkaslar olarak gösteriliyor. Bakın bu buluşma ve sonrasında Avrupa’nın, üstün Türk inanç ve kültüründen etkilenişi nasıl açıklanıyor:
Derbent kapılarının gerisinde uzanan ülke, Kıpçakları kendisine çekti. Kendi bilinmezliğine çekti. O, farklı kültürüyle, Doğu bozkır dünyası için yeni idi. Türkler, Avrupa ve Roma imparatorluğunu, tabii ki, daha önce işitmişlerdi. Fakat, onları hiç görmemişlerdi.
Kendilerini bir çıkmazda bulan Türkler, Gök Tanrı’ya inanıp güvendiler…
Deşt-i Kıpçak, kendi düzenli hayatını devam ettirdi: İnşaat yaptılar, demiri erittiler, ürünler ve hayvanlar yetiştirdiler. İnsanlar, bayramları ve düğünleri kutladılar; çocukların doğumuna sevindiler; yakınlarının öteki dünyaya göçüşüne üzüldüler. Her şey, her zamanki gibiydi. Hayat, mutad yoluna acele etmeden aktı.
Kafkas’ta Türk köyleri ortaya çıktılar; yeni şehirler yükseldiler. Onlardan biri de Hamrin’dir. Şehir, Kafkas tarihçilerinin yarısından çoğunun zikrettikleri kutsal bir ağaçla şöhret bulmuştu. “Tengri-Han” adlı ağaçla.
Şüphesiz, sözü edilen, paganlardaki gibi, alelade bir kutsal ağaç değildir… Hiç de değil… Türklerde, kendisinde Yüce Tengri’nin yaratmış olduğu her şeyin birleştiği bir “evrensel ağaç” efsanesi yaşıyordu. (Bu durumda, “Hoday” –“Kurucu”, “Yaratıcı” – sözüyle Tengri’ye yönelmek adetten idi).
Evrensel ağaçla ilgili öğreti, tam bir ilimdir; onu kavrayan kişi, bilge (hakim) oluyor. O, bir dünya modeli görüyor ve dünyanın nasıl yaratıldığını anlamaya başlıyor. Bu ilme Avrupa’da felsefe diyorlar.
Evrensel ağacın dalları göğe ulaşıyorlar, Tanrı’ya ve kuşlara ait oluyorlar. Ağacın kökleri derine, Cehenneme, Yılan’ın krallığına gidiyorlar. Gövdesi ise, dünyanın ortasında bulunuyor; burada insanlar, atlar ve vahşi hayvanlar yaşıyorlar.
Hayat ağacı, ebedidir; Tanrı’nın ebedi oluşu gibi. Onu görmek mümkün değildir; Tanrı’yı görmek mümkün olmadığı gibi.
Efsaneye göre, ruhlar ve fikirler hayat ağacının üzerinde, bir dünyadan öbürüne geçiyorlar. İnsana asıl o, evrensel ağaç bilgi veriyor… Hamrin şehri, ya bilgelerin ve filozofların şehri olduysa? Ya burada, evrensel ağacın dallarının örtüsü altında, Kıpçaklar, Tengri’nin nasihatlerini diledilerse?.. Etraf düşman bir dünya ile çevrili.
Sonradan Hamrin şehrinde tapınaklar, daha sonra da mescitler yaptılar. Fakat ağaç, şehrin asıl kutsalı olarak kaldı… Şimdi orada Kayakent köyü var. Tam bir şehir planlı köy. Köyün kenarında ise, geçmişin hatırası olarak, kutsal “Tengri-Han” ağacı yetişiyor… Kumuklar, tabii ki, bazı şeyleri unuttular; hayat ağacı hakkında fazla bir şey bilmiyorlar; fakat, Kayakent köyünde yetişen ağaca yönelik hususi saygıyı muhafaza ediyorlar.
O sırada –III. yüzyılda– dünyada büyük hadiseler filizleniyordu. Bunlar, Derbent duvarlarının yanı başında başladılar ve önceleri Türkler olmaksızın yol aldılar. Fakat, onların önde gelen iştirakçilerinin ve başlıca itici güçlerinin aslında Kıpçaklar olması gerekiyordu.
Eskiçağ bilgeliği, “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz”, diye öğretiyor.
İnanılmaz bir şey, ama gerçek; Derbent kapıları kendileri açıldılar!.. Bozkırlıların katkısı olmadan. Malumdur ki, temiz fikirleri Gök (Tengri) göndermiştir; onlar iz bırakmadan geçip gitmiyorlar. Sonraki Kafkas ve bütün Avrupa tarihi, bu kanaati veriyor.
Kendilerine ait olan uzak Kafkas-ötesinde, İran’la yaptıkları savaşı ümitsiz bir şekilde kaybeden Ermeniler, Kıpçakların gelişini haber almışlardı. Onlara güçlü bir müttefik gerekliydi; Ermeniler, Hamrin şehrine giden yolu buldular. Avrupa’da Türkleri ilk olarak onlar tanıdılar. Derbent’in atlılara yol vermesi için her şeyi yaptılar.
Hazar’ın batısı Türkler’in hakimiyetinde…
Ermeni kralı I. Hazroy, müttefik konusunda yanılmamıştı. Kıpçaklar, düşmanı savaşta tam bir bozguna uğratarak, onu korkunç bir biçimde yere serdi. Savaş bununla bitti. Ermenistan, İran’ın idaresinden çıktı; Türkler ise, Derbent’i ve Hazar’ın batı sahillerinin tamamını hakimiyetleri altına aldılar…
Bugünkü Azerbaycan’da o güzel zamanlardan kalma bir çok iz vardır. Mesela, Kıpçak köyü ve Gence şehri. Hatta, çok az tanınan başka köylerde ve şehirlerde bile Büyük kavimler göçü devirlerinin hatıraları vardır. Gusar şehrine dikkatlice bakmak gerek; bu, onun bugünkü ismi; fakat, anlaşılan, Geser isminden geliyor… Türk dünyası, o sırada –III. yüzyılda–, Kafkas’a her türlü hakka sahip olarak girdi. Buraya kök saldı. Ebediyyen, Kafkas ve bütün Avrupa kültürlerinin bir parçası oldu! En inanılmayacak buluşlar, burada böyle mümkün oldu.
Türklerin Kafkas’a girişi, dünya tarihinin olağanüstü bir hadisesi idi! Atlıların gücü (herkesin hesaba katmak zorunda olduğu yeni bir ordu), müstakbel Büyük kavimler göçü, onun görünen perspektifleri (Kıpçakların ufkunda Avrupa, Yakın ve Orta Doğu göründü), bu hadise içindedir.
O sırada, her şey, Kafkas’taki sıkı siyasi yumakla bağlantılıydı; her şey kendi devamını bekliyordu. Zaman, global tarihi hadiseleri hızlandırmaya hazırlanmış, bir zemberek gibi sıkılmıştı. Dünya, başka bir dünya olmaya hazırlanıyordu.
Avrupa’da antik çağın altına bir çizgi çeken ve orta çağı başlatan, asıl Türklerin Avrupa’ya gelişleridir!
Yeni bir Avrupa, artık Türk Avrupa başlıyordu!
O, ilk gençlik çağından delikanlılık çağına geçmiş gibiydi… Ne yazık ki, tarihçiler, bu fevkalade mühim hadisenin farkına varmadılar.
Kafkas, elbette, eskiden dünya politikasında hususi bir rol oynamıştı; o, Doğu ve Batı arasında sınırdı. İki dünyanın sınırı! İran’ın ve Roma imparatorluğunun çıkarları, uzun zaman burada kesişti: Yüzyıllarca kanlı savaşlar oldu.
Ayrıca, batı dünyasında demir yapımının bilindiği tek yer sadece Kafkas değildi. O demir ki, altından daha değerliydi. (Gerçekte, demiri burada eritemediler; düşük kaliteli olmaktaydı; benzerlerini Karpatlarda Keltler yaptılar). Fakat yine de, onlara sahip olmadan savaş, hayata değil, ölüme götürürdü. Kafkas metali olmasaydı, Roma imparatorluğunda sonsuza kadar bronz çağı olurdu. Burada demir yapmasını bilmiyorlardı. Onun için, lejyonerlerinin pusatlarını bile bronzdan yapıyorlardı. İran dahi Kafkas demirini kullanıyordu.
Türkler, Kafkasya’da İran ordusunu bozguna uğrattıkları zaman, her şey birden tersine döndü; her şey hiç beklenmedik bir biçimde değişti. Yüzyıllar içinde teşekkül eden dünya politikası, bir günde çöktü. Gürültüsüz, çatırtısız çöktü. Fakat bunu, ancak çok tecrübeli insanlar anlayabilirdi.
Kıpçakların arasında böyleleri bulunmuyordu. Onlar, Avrupa’da olup biten şeylerin çoğundan, umumiyetle habersizdiler. Kendi zaferlerinin meyvelerini bile tatmadan, Kafkasya’dan ayrıldılar; orayı başkalarına bıraktılar.
“Sahipsiz” kalan Kafkasya’da ise, o zamanın kurnaz tilkilerinden ve bilge politikacılarından, Roma imparatoru Diokletian acele etmeye başladı. Avrupa, onun hakimiyeti altında bulunuyordu; şimdi o, dünyanın sahibi olabileceğini hissediyordu.
Diokletian, 297 yılına doğru, bütün Kafkasya’yı hakimiyeti altına aldı. Sonra, zayıflamış olan İran üzerine saldırdı; onun en zengin eyaletlerini ele geçirdi. Sefer hızlı olmuştu. Muzafferane. Roma çok sevindi. Artık, imparatorluğun “Altın Çağı”nı konuşuyorlardı. Başarının böylesini hiç kimse beklememişti; imparatorun kendisi bile.
Fakat zafer çok kolay elde edilmişti. Şüphe uyandıracak kadar kolay; bu durum, Diokletian’ı kuşkulandırdı.
Farslar karşısında kazanılan bu zaferdeki felaketi, sadece o hissetti. Sonradan Ermenistan’da patlak veren isyan, imparatorluğun üzerine kaçınılmaz bir duvar gibi çöken bu felaketin uzak habercisiydi.
Ermenistan’daki isyanı, tabii ki, bastırdılar. İsyanı tertip eden Hristiyanları hapse attılar. Fakat, bu artık hiçbir şeyi değiştiremeyecekti. Ermeniler büyülenmiş gibiydiler. Neredeyse olması gereken, çok mühim bir hadiseyi bekliyorlardı. Hristiyan Grigoriy’in önceden haber verdiği mucizeleri bekliyorlardı.
Bu Grigoriy, gök yüzünde ateşten bir sütun ve onun tepesinde bir haç görmüştü. Haçtan –yıldırımdan çıkar gibi– parlak bir ışık yayılıyordu.
Ermeniler, o sırada, haçın kurtarıcı gücüne henüz inanmıyorlardı; pagan idiler. Ama, buna karşılık, herkes, altında Kıpçakların savaştıkları haçlı bayrakları (Gök Tanrı’nın sembolü) çok iyi hatırlıyordu. Hayret içerisinde kalmışlardı. Grigoriy, gök yüzünde tıpatıp böyle bir haç görmüştü! İlahi bir işaret.
Onlar, “Türklere Gök Tanrı’ları yardım ediyor” diye düşündüler.
Her şeye kadir Türk Tanrısı hakkındaki rivayet, Avrupa’ya bir rüzgar hızıyla yayıldı. Onu, dünyayı Roma’nın hakimiyetinden kurtaran atlılarla ilgili İsa’nın (İsus Hristos) kehanete benzeyen sözlerini tekrarlayarak, Hristiyanlara yaydılar. Bu kehanet, Hristiyanların belli başlı kitaplarından biri olan Apokalipsis’te yazılıydı! Onunla yaşadılar. İnsanlar, her satırı, çevrelerinde olup biten şeylerle karşılaştırarak okudular ve tekrar okudular. Her şey tam da böyle olmuştu; onun söylediği gibi; ona Hristo adını verdiler.
Gökyüzünde Tengri’nin parlayan haçını gören Grigoriy, herkese “Kehanet hakikat oldu. Bekleyiniz.” dedi… Ermenilerin onu daha sonra kendi Eğitimci-Bilgi yayıcı-Hakimleri olarak tavsif etmeleri, bu sözler dolayısıyla değil midir?
Zafer pek yakındı; o kendisi gelmeliydi.
Kuşkusuz, Türkler Avrupa’da olup biten şeyler hakkında bir şey bilmiyorlardı; hatta tahmin bile etmiyorlardı. Onlar, kesinlikle hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlara, genç Ermeni papazı henüz gelmemişti. Ona, Grigoris adını verdiler; o, Hakim Grigoriy’in torunuydu. On beş yaşına yeni gelmiş bir gençti. O, başını eğerek selamladı ve kırık bir Türkçe ile, Kıpçakların hükümdarıyla görüşmek istedi.
Demişti ki: “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”
TÜRKLER VE HRİSTİYANLIK
Genç piskopos Grigoris niçin gelmişti? Handan ne istiyordu? Hayır, askeri yardım değil.
Ermeniler, bu kez, onların galip gelmelerinin sebeplerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar (paganlar, ateistler), Türkleri yenilmez bir kavim yapan Gök Tanrı inancını kabul etmek istiyorlardı.
Hristiyan piskopos Grigoris, Gök Tanrı inancını öğrenmek ve sonra kendi kavmini bilgilendirmek için gelen ilk Avrupalıdır. Aslında o, Geser’in ve Han Erke’nin faaliyetlerini devam ettirmek istiyordu; fakat artık Avrupa’da!..
Belirtmek gerekir ki, Avrupa’da Gök Tanrı’yı duymamışlardı bile. Yahudiler putlara (terafim) ve pagan tanrılarına (elohim) dua ediyorlardı. Romalılar, Jüpiter’e tapınıyorlardı. Her yerde putperest çok-tanrıcılığı ve açık bir barbarlık hüküm sürüyordu.
Hristiyanlar, umumi olarak, hiçbir tanrıya inanmıyorlardı. Tanrıları inkar ve kendilerini ateist olarak tavsif ediyorlardı. Sadece, atlıların –Gök Tanrı’nın Elçisi’nin habercilerinin– gelişlerini bekliyorlardı… Ve işte atlılar zuhur ettiler!
Kıpçakların Roma imparatorluğunun sınırlarında belirmelerini, onların İran karşısındaki parlak zaferlerini ilk önce Hristiyanlar fark ettiler. Yabancılar hakkında konuşmaya başladılar. Onlar çok farklı idiler:
Demirden pusatları ve teçhizatları, Türkleri, Avrupalıların gözlerinde başka bir dünyadan gelmiş yabancılar yapmışlardı. Aslında doğrusu da böyleydi. Onlar, Tengri’nin yüce göğü altında yaşayan aydınlık bir dünyadan gelmişlerdi.
Paganist Avrupa, onları tepeden tırnağa süzdü; yayanın atlıya ancak böyle bakması gerekir. Avrupa, aslında Türkler’den geri idi: Tanrı’ya inanma, onun için erişilemez kadar değerliydi! Demiri Türk kavmine hediye eden Tanrı’ya.
Bu sözlerin manasını anlamak için basit bir örnek yeterlidir: İyi bir demir kılıç darbesi, bronz kılıcı ikiye bölmüştü. Başka bir ifadeyle, göklere çıkarılan Roma ordusu, Kıpçakların önünde sanki silahsızdı. Ağaç sopalı vahşiler gibi…
Roma imparatorluğunun inkırazı hakkında çok şey söylemek, pek çok faraziye ve tahmin sıralamak mümkündür; fakat bu basit gerçeği göz önünde bulundurmadan yapılan bütün konuşmaların boşuna olacağı açıktır.
Türk Tengri’si demiri sembolleştirdi, Roma’nın Jüpiter’i ise bronzu. Demirin bronz karşısındaki zaferi nasıl mukadderse, Kıpçakların zaferleri de öyle mukadderdi. Roma imparatorluğu, ölüme mahkumdu; onun mukadderatı, sadece zamana ve Kıpçakların arzularına bağlıydı.
Ermenilerin piskopos Grigoris’i Türklere göndermelerinin tesadüf olmadığı açıktır. Onlar, belki, Avrupa’da, müstakbel hadiselerin seyrini sezen yegane kimselerdir. Bu yüzden, can çekişmekte olandan uzaklaşmaya başladılar; ancak Roma henüz ölmüş değildi.
Genç Ermeni piskopos, işte bunun için Derbent’e gelmişti. O, vaftizi (Türkçe “arı-sil” veya “arı-alkın”) kabul etti. Onu, üç kere, gümüş haçla kutsanmış suya daldırıp çıkardılar.
Suyla takdis, Tengri dininin mühim bir törenidir. Dine girme! Diğer bir deyişle, Türk dünyasına. Bu bir Altay kaynaklı törendir; çünkü Eski Altay’da, yeni doğmuş çocukları buzlu vaftiz teknesine batırıp çıkarırlardı. İnsan, bu banyodan sonra Sonsuz Mavi Gök’ün dünyasına girerdi.
(En nihayet, Çince’de bile “sağlıklı”, “sağlam” manasına gelen Türkçe “Türk” sözü buradan geliyor.)
Eski Türklerde bir “arıg” sözü vardı. Bu söz, ruhi/manevi manada “temiz” manasına geliyordu. Onlara, ‘kutsal arınma törenini geçen insanlar’ adını veriyorlardı.
Suyla vaftiz, Altay’da ortaya çıktı. Kendisinin fiziki ve ruhi/manevi temizliğine itina gösteren bir kavimde. Bugün, bunu Hristiyanlara ve başkalarına atfediyorlar ki, hiç de doğru değildir. İlk Hristiyanlarda bu yoktu, olamazdı. Onu, Avrupa’da ancak Kıpçakların gelişlerinden sonra öğrendiler. Bu, inkarı mümkün olmayan bir hakikattir ki, bunu Hristiyan tarihçiler bile gizlemiyorlar. IV. yüzyılda burada, içinde Hristiyanları vaftiz ettikleri havuzlar yapmışlardı.
Bir de, Tengri inancı geleneğinin muhafaza olunduğu Tibet’te, arı-alkın ve arı-sili törenleri, eskiden olduğu gibi, hala duruyor…
Demek ki, Ermeni piskopos, Tengri dinine giren ilk Avrupalı idi. Böylece açık ruhlu Türkler, Batı ile ittifaka karşı kendi tavırlarını izhar ettiler… Grigoris’i vaftiz ettikleri göl bile biliniyor. O, Kayakent köyü yakınında ve Aci, yani “haç-gölü” adını taşıyor.
Türk din-adamları, (ruhen!) temizlenmiş olan Grigoris’i Hamrin şehrine gönderdiler ve orada kendisine evrensel ağacın sırrını açtılar. O, Türklerin kutsal metinlerini görmüştü; ki bunlar bugün, bazı parçalara bakılırsa, Kur’an’a da girmişlerdir. Ancak, o zaman, sırların açıklanmasından sonra, ona sağ elin iki parmağını –baş ve adsız parmağı- birleştirme izni verdiler. Bu, ilahi rahatlama işareti oluyordu.
İki parmağı bu şekilde birleştirme, Doğu’da Gök Tanrı’ya bağlılık manasına geliyordu. Onları alına, göğüse, sol omuza, sağ omuza indirirlerdi… Türkler, bu hareketlerle Gök Tanrı’dan himaye ve iltimas diliyorlardı. (Bu şekilde istavroz çıkaran ilk Hristiyan, yine piskopos Grigoris oldu.)
Hristiyanlar haçın gücünü bilmedikleri gibi, istavroz çıkarmayı da bilmiyorlardı. Bunu da Kıpçaklardan aldılar.
Grigoris, onlara, Avrupa’da kendisine ibadet olunan İsa (Hrista)’yı ve Hristiyanlara yönelik baskı ve zulümleri anlattı. Türkler, İsa (Hrista)’yı Gök Tanrı’nın oğlu kabul ederek, Grigoris’e inandılar. Bilhassa Geser’e, yani Türk kavminin Peygamberi’ne. Ona, kısa ve kolay anlaşılır kelimelerden oluşan dualar ithaf olundu.
Gök Tanrı dininin ‘semavi’ olduğunu ne kanıtlar?
“Biz sana Geser’i verdik, öyleyse sen de Rabbine dua et…”; (Geser= Tanrı’nın Eski Altay’a, insanları dürüst/dindar bir hayata sevk etmek için gönderdiği oğlu) Bu satırlar, Tanrı’nın öğütlerinden. (Bugün onlar, Kur’an’ın 108. suresi oldular). “Geser” (Kausar, Kevser) sözünün manası, bugüne kadar Doğu’da her ne kadar unutulmamışsa da, burada artık herkes hatırlamıyor.
Grigoris, uzun süre ayinlerin sırlarını özümsedi. Derbent’te bir Hristiyan kilisesi yapmasına yardım ettiler. (Daha sonra bu kiliseye –Kafkas’ta ortaya çıkan ülkenin ismiyle- Arnavut kilisesi adı verildi; Geser şehri, anlaşılan, Kafkas Arnavutluğu’nun şehirlerinden birisiydi.)
Ermenistan, Avrupa’daki ilk kilisenin, kendisindeki yeni Hristiyan kilisesi olduğunu iddia etti. Bu, 301 yılında olmuştu. Orada Tengri’yi ve onun haçını kabul ettiler. Ermeniler, Türklerin ayin törenini benimsediler. (Hristiyanların kendi törenleri bile yoktu; onlar Yahudi dininin sinagoglarındaki kaidelere göre dua ediyorlardı.)
Eski kaidelerden ilk olarak Ermeniler uzaklaştılar; böylece Roma’da infiale sebep oldular. İmparator Diokletian, o zaman, yeni Hristiyanlara yönelik meşhur baskı ve kovuşturmalarına başladı.
Ne var ki, takipler, idamlar, sürgünler artık korkutmuyordu. Sadece, yeni dinin taraftarlarının sayısı arttı… Türk ruhi/manevi kültürünün tohumları, pagan Roma’nın taşlık topraklarında bile bol ürünler verdiler! Çünkü, dünyada Gök Tanrı’dan daha güçlü kimse yoktur!
Roma imparatorluğu kavimleri, korkmadan, eski tanrıların güçsüzlüğünden söz ediyorlardı. Herkes, Jüpiter’den açıkça yüz çevirdi. Merkür’ün heykellerini yıktılar; putların heykellerini kırdılar…
“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”
Sonunda Roma’da bunu anladı. İmparator Diokletian, yeni Hristiyanlığı kabul etmeyi bile istedi, fakat korktu. Ümitsizlik içinde tahtı terk etti ve saraydan ayrıldı. Bilge politikacı, birdenbire, Türklere yenildiğini hissetmişti.
Yenilmişti, onlarla savaşa bile girişmeden!
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Neden Gök Tanrı İnancı?


Tarihleri boyunca bir çok uygarlığın kurulmasında doğrudan ya da dolaylı olarak rol alan Türk milletinin, günümüz dünya medeniyetini şekillendiren ana unsurlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
Biz söyleyelim, bu sorunun yanıtı “tahmin ettiğinizden de fazla” olmalı… Günümüzden binlerce yıl önce Türklerin anavatanı olan Orta Asya’da dönemin en büyük ve güçlü uygarlığını kuran Türk halkı, asırlar süren savaşlar ve göçler sonucunda Asya’dan Avrupa’nın kuzeybatısına ve hatta Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyanın etnik ve kültürel yapısını değiştirdi, hatta yeniden şekillendirdi.
Buraya kadar olan tüm bu bilgileri herhangi bir tarih kitabından da okuyabilirsiniz. Ancak Türklerin bu denli büyük ve güçlü bir medeniyet kurmasının arkasında yer alan itici güç –bilinçli ya da bilinçsiz olarak- hep göz ardı edildi. Türklerin, o dönemde sahip oldukları Gök Tanrı (Tengri) inançları ve töre olarak adlandırılan toplumsal kurallar bütünü; halkın eşitlikçi, adaletli ve özgür bir toplumsal anlayış içinde yaşamasını sağlarken; ahlaki, sosyal ve kültürel açıdan güçlü ve temiz bir toplumsal yapının oluşmasına olanak vermişti. Türkler, inançlarının onlara verdiği bu bilgi ve güçle bundan 2 bin yıl önce Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar, bilinen eski dünya coğrafyasının tümüne hakim olmuşlardı. Bu durum, toplumsal yapıdan, askeri güce kadar her alanda etkisini hissettiren Tanrı’nın inayetinin mutlak bir sonucuydu. Ve bu durumu bundan başka mantıklı bir sebeple açıklamanın da hiçbir yolu yoktu.
Dolayısıyla o dönemde;
- Gücünü Tanrı’dan alan, temeli aileye dayanan, kadınların eşit, hatta bazı açılardan üstün birey olarak görüldüğü,
- Törenin gücü ve otoritesi sayesinde gayrimeşru ilişkilerin yaşanmadığı (İnsanların içsel olarak bu motivasyonu hissettiği) ve bu yüzden gelecek nesillerin de emin ellerde ve gerekli bilgi ve ahlakla yetiştirildiği bir toplum yapısına ulaşılmıştı.
Gök tanrı inancının bir diğer özelliği de, bu din kapsamında gerçekleştirilen ritüellerin, semavi dinler olarak sınıflandırılan günümüz inanç sistemlerinin pek çoğunun temelinde de yer alması; hatta bu dinlerin bire bir Tengri inancının özelliklerini yaşatmasıdır. Bu durum pek çok araştırmacı tarafından eski Türk inancının, günümüz yaygın inanç sistemlerinin temelini oluşturduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Bununla birlikte eski Türk toplumlarındaki inancın, geniş bir coğrafyada kendilerinden sonra gelen toplumlar üzerindeki dini, sosyal ve kültürel etkileri sadece bununla da sınırlı değildir. Tüm bu unsurlar sitemizin ilgili bölümlerinde detaylı olarak tartışılarak gözler önüne serilmiştir.
Peki Türk inanç ve kültürü dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan toplulukları sosyal ve kültürel açıdan ne denli etkileyebilmiş?
Bu sorunun yanıtı da Batı tarihçilerinin etkilerinden kurtulmayı başarmış bağımsız araştırmacıların, Asya, Anadolu, Avrupa, Kuzey Afrika ve Yakın ve Ortadoğu başta olmak üzere Türklerin tarihte yaygın olarak yaşadığı bölgelerde gerçekleştirdikleri çalışmalar sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Bu bölgelerde bulunan binlerce yıllık pek çok tarihi bulgu ve kalıntılar üzerindeki yazı ve semboller, Orta Asya’da binlerce yıl önce var olduğu Batılı tarihçilerce de kabul edilen Türkçe sembollerle büyük uyum göstermiştir. Bunun sonucunda da Türklerin binlerce yıldır bu bölgelerde yaşadığı, hatta Türk etkisinden uzak olduğu kabul edilen Kuzey Avrupa bölgelerinde kurulan uygarlıklarda bile bu izlerin yer aldığı görülmüştür. Dahası Kuzey Amerika’daki Kızılderililer ve Mayalar gibi uygarlıklarının kalıntılarında dahi bu izlere ulaşılmış, bu da Orta Asya’dan gerçekleşen Türk göçlerinin sadece Batı yönünde olmadığının en büyük kanıtlarından birini oluşturmuştur.
Tüm dünyayı şekillendiren ve Türkleri o dönemde dünyanın en büyük gücü haline getiren bu inanç ve yaşam sistemi ne oldu da geri plana itildi?
İslamiyet’in Arap Yarımadası’ndan Asya kıtasına doğru yayılmaya başladığı dönemlerde, Türkler Ön Asya’nın Semerkant ve Buhara gibi en önemli kültür ve ticaret merkezlerine hakim konumdaydılar. Bu dönemde bir yandan dinlerini yaymak ve diğer yandan da daha fazla ganimet ve köle elde etmek isteyen Araplar, tarihi İpek Yolu üzerindeki bu zengin Türk şehirlerinin kapılarına dayandılar. Arap milliyetçisi Emeviler’le 70 yıldan fazla süren kanlı savaşlar ve ardından nispeten ılımlı Abbasiler’le geliştirilen ilişkilerin ardından Türkler İslamiyet’i kabul etmek durumunda kaldılar. Böylece o tarihlerden 300 yıl kadar önce Attila’nın Avrupa’ya taşıdığı Türk topluluklarının inançlarının, Pagan Roma İmparatorluğu tarafından Hıristiyanlığa dönüştürülmesinin ardından; bugün Anadolu’ya kadar ulaşıp modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk boyları da Ön Asya’da uğradıkları kırımın ardından kendi inanç sistemlerinden vazgeçmek durumunda kalarak İslamiyet’e geçiş yapıyorlardı.
Bu siteyle amaçlanan nedir?
Sadece geçmişte değil, artık 21. Yy.’ı yaşadığımız bu günlerde dahi, hala din temelli ayrılık ve çatışmalar dünyanın pek çok bölgesinde binlerce insanın ölümüne yol açıyor; üstelik semavi dinlerin hepsinin de şiddeti ağız birliğiyle lanetlediği halde… Bu ne büyük bir çelişkidir!
Bu da dinlerin, ya politikacılar ya da bizzat dini önderlerce, dünyevi bir takım güç ve çıkar ilişkileri doğrultusunda suistimal edilerek kötüye kullanıldığının en büyük kanıtıdır. Bunun sonucunda da olan, elinde inancından başka hiçbir şeyi olmayan, inançlı olduğu kadar da masum insanlara olmuş, milyonlarca insan din temelli çatışmalarda hayatını kaybetmiştir. Bu durumun bize göre en önemli sebebi var olan inanışların içinde hapsolduğu dünyevi kalıplar neticesinde, asıl temel işlevlerini yerine getirmekten uzaklaşmalarıdır. Tüm bunların ardından, bütün dinlerle ulaşılmaya çalışılan aynı yüce Tanrı olduğu halde, bu denli büyük ayrılıklar ve de trajediler din adına yaşanmaya devam etmektedir. Bu artık mantık sınırlarını zorlayan bir süreçtir.
Peki günümüzde içinde olduğumuzu iddia ettiğimiz ‘bilgi çağı’ndan bir sonraki aşamaya bu mantıkla mı ulaşacağız?
Bize göre dinlerin temel işlevi:
- Tanrı ile insanlar arasında var olması gereken güçlü bağları kurması,
- Ve bunun neticesinde düzenli ve ahlaki açıdan güçlü bir toplumsal yapıya ulaşılarak içinde bulunulan toplumu ve bunun sonucunda da tüm insanlığı daha ileri boyutlara taşıyacak bilimsel gelişmelerin yaşanmasına katkı sağlamak olmalıdır. (Evet bambaşka bir çağdan bahsediyoruz, ama bu da ayrı bir yazı konusu.)
Bu noktada, eski Türklerde hüküm süren Gök Tanrı (Tengri) inancı ve o dönemde bu inanç sistemi sonucunda Türk toplumunun ulaştığı nokta, bize önemli açılımlar yapma fırsatı sağlayacaktır. Eski Türkler, Tanrı’nın gücünü ve inayetini her zaman yüreklerinde hissediyorlardı. Ondan aldıkları güç ve bilgiyle sınırlarını Avrupa’ya dek ulaştırdılar. (Onlar Batılı tarihçilerin aktardığı gibi barbar göçebeler değil, kendilerine yerleşecek yeni topraklar arayan yürüyen evli keşifçilerdi; tıpkı 18-19. Yy.’larda Avrupa’dan yeni kıta Amerika’ya yeni bir hayat için göç edenler gibi. Amaçları din uğruna savaşmak ve öldürmek değil, verimli topraklarda yeni bir yurt bulmaktı.) Eski Türkler için temel olan, öncelikle iyi ve erdemli birer insan olabilmekti. Adaletli ve dürüst olmanın, bunun sonucunda Tanrı’nın inayetini (kut) kazanmanın mükafatı da cennetti. Hayatlarını gittikleri yeni coğrafyalarda bile bu yüksek değerlerle sürdüren Türk boyları tarihte hiçbir dönem toplumsal bir çöküş ve ahlaksızlık içinde yaşamadılar. Hiçbir zaman onlara güç veren, doğru yolu gösteren; kötülüklerini cezalandırırken, iyiliklerini de mükafatlandıran Tanrı’yla olan bağlantılarını koparmadılar.
O erdemli Türk toplumuna bugün ne oldu?
Bugünse gerçekten buhranlı bir dönemi yaşıyoruz. Farkında mısınız? Özellikle gençler, inançlarını her zamankinden daha fazla sorgular oldular. Bu noktada inanç sistemlerinin günümüz insanının yaşam standartlarına ve toplumsal hayatına uygun olmaması önemli bir etken olarak karşımıza çıkmakta. Örneğin uluslar arası kurallara göre çalışan çok uluslu bir işletmede tam zamanlı olarak çalışan bir insanın oruç tutmasını ya da namaz kılmasını ne kadar bekleyebilirsiniz? Tabii ki dinlerin kural ve şartları doğası gereği tartışmaya açık değildir. Ancak bu durum onların yeniden yorumlanmasına engel de olmamalıdır. Sonuçta konumuz olan Gök Tanrı inancı da dahil olmak üzere, tüm inanç sistemleri yayıldıkları coğrafyalarda oralardaki farklı insan topluluklarıyla etkileşime girerek farklı boyutlar kazanabilmiştir.
Burada önemli olan Tanrı’yla insan arasındaki bağın eski dönemlerde olduğu gibi yeniden kurulabilmesidir.
İnsanların Tanrı sevgisini yeniden içlerinde hissedebilmeleri ve onun erdemlerini hayatlarına yansıtabilmeleri ancak ve ancak bunun tinselliğini tüm benliklerinde hissetmeleriyle, o bağı yeniden kurabilmeleriyle mümkündür. Aksi taktirde;
- Din eğitiminde verilen ezbere dayalı yüzeysel bilgiler,
- Çağa uyum sağlayamayan ritüeller (özellikle Türk toplumu için düşünüldüğünde, başka bir toplumun adet ve yaşam tarzına göre şekillenmiş ibadet ritüellerinin aslında Türk toplumunun iç yaşamına ve ruhani dünyasına uygun olmaması),
- Toplumsal baskı ve hatta dayatmalar, insanları o ruhani boyuttan daha da uzaklaştırmaktadır.
Bir toplum yapısı içinde halkın zihniyetine ve toplumsal yaşam tarzına uygun olmayan inanç sistemleri zaman içinde yok olmaya mahkumdur. Çünkü insanlar isteseler de bunun bir parçası olamazlar ve buna aleni olarak karşı çıkmaya çekinseler de, içten içe bunu reddederler. Belki de bu yüzdendir ki dünyada özellikle gençleri din konusunda bizim kadar çelişkiye düşen başka bir toplum daha yoktur. Bu bile başlı başına bir kanıt değil midir aslında?!.
Biz yaratıcıyla aramızda olan, ancak daha sonra çeşitli sebeplerle kopan bu bağı yüzyıllar sonra yeniden kurmak istiyoruz. Bu sitenin çeşitli bölümlerinde hem eski inancımız olan Gök Tanrı (Tengri) inancı; hem de biz Türkleri, bir dönem dünyanın en büyük gücü haline getiren toplumsal ve kültürel yapımız hakkında pek çok bilgi ve içerik bulabileceksiniz.
Bundan sonrasıysa tamamen size kalıyor, bu satırları okuyan siz değerli insanların teker teker her birine… Her insan zamanı geldiğinde kendi kişisel devrimini gerçekleştirmeli ve ruhsal açıdan yükselme adına gereken adımları atmalıdır. Tabii öncelikle yaşamınızda bunun ihtiyacını hissedeceğiniz o dönüm noktasına ulaşmanız gerekir. O andan itibarense bu ilhamla araştırıp bulacağınız bilgiler size bambaşka ufukların kapısını aralayacaktır. İşte şu an okuduğunuz bu satırların yazarı da, size bu konuda en azından bir başlangıç noktası oluşturmayı amaçlayarak bu web sayfasını oluşturmuştur.