Türkler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Macaristan’ın yerli halkları Türkler!


Eski Altay tarihini inceleyen büyük arkeolog, profesör Sergey İvanoviç Rudenko, kendi kitaplarında, hiçbir zaman Türklerden söz etmedi. Altaylıları, İskitler olarak adlandırdı.
Sergey İvanoviç kazıları sürdürürken, o sırada Türk kültürü ile ilgili gerçeği anlatamıyor ve yazamıyorlardı. Yasaktı! Çarlık Rusyası’nda, sonra da Sovyetler Birliği’nde bu konuda sırf bir söz etme yüzünden, ilim adamları hapse atıldılar, hatta kurşuna dizildiler. Yasak konuydu.
Fakat, işte İskitlerden söz etmeye izin verildi. Onların yerleşim yerlerini, mezarlıklarını araştırmaya izin verildi. Ve ilim adamları anlattılar, incelediler. Ne var ki, her şeyi değil… Mesela, İskitlerin kendi aralarında hangi dille görüştüklerini, soylarının nereden geldiğini sükutla geçiştirdiler. Aslen onlar kimdiler?
Bu, yedi kilit ardındaki sır olarak kaldı; daha doğrusu, ilim adamları, yasak konulara temas etmemekte sözleşmiş gibi suskun kaldılar. İskitler, sanki gökten düşmüşlerdi; “başka bir gezegene ait” bir dille konuşmuşlardı. Onlar, birdenbire, şimdiki Kazakistan, Özbekistan, Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Macaristan bozkırlarında ansızın ortaya çıkmışlardı. Sonra da yok olup gitmişlerdi.
Esrarengiz bir şekilde, bir hiçten ortaya çıkmışlar ve yine esrarengiz bir şekilde bir hiçte yok olmuşlardı. Fakat, böyle de olur mu?!
İskitler hakkında bilgi veren ilk Avrupalı, eski Grek yazarı, eski dünya ehli Herodot oldu. O, Tarih kitabında, bozkır halkının hayatından, bayramlarından ve dini inançlarından, geleneklerinden ve savaşma becerilerinden söz etmiştir. Hatta, İskitlerin dış görünüşlerini, kıyafetlerini anlatmıştır.
Herodot, İskitlerin Avrupa steplerine doğudan, uzaklardan geldiklerini kaydeder… Ama tam nereden? O, bu konuda bir şey yazmamıştır; çünkü, onun coğrafya bilgileri çok kifayetsizdi. İskitlerin, Greklerin hakkında hiçbir şey duymadıkları Altay’dan başka gelebilecekleri bir yer yoktu.
Çok daha sonra, ilim adamları, Altay ve Türkler hakkında inceleme yaptıkları zaman, İskitlerin Altay’dan göç etmiş Türkler oldukları düşüncesi oluştu. Daha doğrusu, bir takım sebepler yüzünden anayurdu terk eden Türklerin bir kısmı oldukları düşüncesi.
Bu tahmin çok haklıydı; çünkü İskitlerin ve Türklerin kültürü tamamen aynı idi. Bunlar arasında farklar aramak, ikiz kardeşler arasında farklar aramak gibi bir şey, boşuna vakit harcamadır.
Rusya’da İskitlerin ve Türklerin bir oldukları fikrini, üç yüz yıl önce, Rus tarihçi Andrey Lizlov dile getirmişti. Fakat, onun dile getirdiği bu gerçek saraya uygun gelmedi ve ilim adamı bu yüzden zarar gördü. Azak seferlerinden sonra Büyük Bozkırı işgal eden ve hür Türk ülkelerini Rusya’nın sömürgesi yapan Türk milletinin can düşmanı Çar I. Petro, bu fikri beğenmemişti. Şimdi, onun için mühim olan şey, Rusya’nın ve Ukrayna’nın yerli halkının, burada kalubeladan beri yaşan Türkler olduklarını gizlemekti. O, Türk milletinin, hiçbir zaman Vatanları ve kültürleri olmadığını söyledi. Böylece, Rus tarihinde Türk milletinin yerine, “vahşi göçebeler” ve “pis Tatarlar” olarak göründüler.
Çok geçmeden, Rusya’ya sınır ötesinden ilim adamları getirildi; yazılı veya sözlü, İskitleri Slav olarak göstermeleri ve Türkleri ise, her yerde, vahşi göçebeler olarak tavsif etmeleri için onlara muazzam paralar ödendi.
O zaman, ta o zamanlardan beri, Türk milletiyle ve İskitlerle ilgili gerçeği dile getirmekten kaçındılar… Böylece, bu aşikar yalanı geleceğe taşıdılar; var güçleriyle çalışarak onu pekiştirdiler. Ama, buna yine de kimse inanmadı; yalan o kadar saçma görünüyordu ki. Slavların burada ne işleri vardı? Bozkırlarda Slavlar hiç yaşamamışlardı; onlar ormanların sakinleriydiler.
O zaman daha da ileri gittiler; yeni yalan uydurdular; güya İskitler İran’lı idiler ve Persçe konuşmuşlardı… Ne yazık ki, bu fanteziler tuttu; o zamandan beri de Rus tarih ilminde yaşıyor.
Hatta, yazılı anıtlar, İskit kurganlarında bulunanlar ve Türkçe runik yazılı şeyler, inanmayanları ikna edemiyorlar. Hiçbir şey ikna edemiyor. Demek ki, “herkes, görmek istediği şeyi görüyor” atasözü doğrudur.
Fakat gerçek, yasak altında bile, yine de gerçek olarak kalıyor. O, dürüst ilim adamlarını kendine çekiyor. Profesör Sergey İvanoviç Rudenko, bereket versin ki, böyleleri arasından biri olarak ortaya çıktı.
O, yasağa karşı gelmedi; bu büyük bir felaket olurdu. Fakat ilim adamı, kendi kitaplarında, Türkler ve onların kültürleri hakkında aslolanı dürüstçe anlattı. Onun eseri, satırlar arasında okunan bu gerçekleriyle değerlidir. (Ne yaparsın, tehlikeli zamanlarda, ilim adamları bazı kitapları tam da böyle, söylemek istediklerini satır aralarına gizleyerek yazdılar.)
Rudenko, İskitlerin Altay’da yaşadıklarını ve Avrupa’ya tam buralardan göçtüklerini ortaya koydu. Onlar, Türkler idiler: Türk dili ile konuşmuşlar ve yazmışlardı. Gerçi, Herodot’un ifadesine göre, kendilerini skolt diye adlandırsalar da.
İranlılar ve Hindliler, onları “sak” ismi altında tanıdılar. İskitlerin bu isimleri, “korumak-muhafaza etmek” manasına gelen eski Türkçe “sakl” sözünden çıkmıştı… Başkaları arasında çok doğru bir kelime! Evet, İskitler Altay’dan gittiler. Fakat gururla, atalarının inançlarını kendilerinde muhafaza ederek gittiler!.. Belirtmek gerekir ki, bu, tamamen açıklığa kavuşmamış bir tarih bilgisidir; bu konuda hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Sadece halk efsaneleri ve bir de Budist vakayinameleri bu konuyla ilgili bilgi kırıntıları saklıyorlar.
Anlaşılan, iki bin beş yüz yıl önce, Altay’da çok kan döküldü. Ateşli tartışmalar savaşa dönüştü. Kimi kabileler, ellerinde silahlarıyla eski tanrıların (Yer-Su’nun, Ülgen’in, Erlik’in) hakimiyetini savundular. Diğerleri ise, Gök Tanrı’nın, Herşeye Kadir Tengri’nin zaferini savundular.
Dünya insanlık tarihinde, ilk kez, putperestlik ve yeni din savaş meydanında karşı karşıya geldi! Bu, aşikardır ki, din-inanç yüzünden çıkmış bir savaş idi.
“Eski inançlar”ın taraftarları gerilediler; onları İskitler (veya Skoltlar, yahut Saklar) olarak isimlendirdiler. Tabii ki, onlar yeni bir millet değillerdi ve olamazlardı da. Ansızın ortaya çıkıp ve ansızın yok olmadılar. Meçhul kuyruklu yıldız gibi.
Bir millet hiçten ortaya çıkmaz ve hiçte yok olmaz ki.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Hayata Yansıyan Yönüyle Gök Tanrı İnancı


“Eski Türkler kut’un bir nur şeklinde gökten indiğini görürlerdi.”
Ziya Gökalp’e göre Türklerde “kut” kelimesi “mana”ya karşılık gelmektedir. Eski Türkler kut’un bir nur şeklinde gökten indiğini görürlermiş. Nur sütunu her neye değse onu kutlu (mana’lı) kılarmış.(1) İnsan evrende var olan “kut” ya da Yaratıcı kudret ile sürekli ilişki içinde olduğu bir asli duyguya sahiptir. “Kuran kaynaklı düşüncenin fıtrat dediği bu asli duygu, genel adıyla kutsal ve kutsallık duygusudur.”(2) Şu halde kut, fıtrat şeklinde de anlaşılabilir. Fıtrat, Kuranda başka bir şekilde, her yerde, her şeyde bulunabilecek kut’u anlatacak şekilde “sıbğa” yani Allah’ın boyası olarak da anlatılır.(3)
İlginçtir ki Türk dininde dört türü olan kut’u da dört renk temsil etmektedir.(4) Buna göre Türk dini hayatına renk veren husus “kut,” Kuranın tabiriyle “Allah’ın boyası”: “Allah’ın boyası(na bak!) Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim vardır? Biz işte O’na ibadet edenleriz.”(5) Kuran bu ayette, dine gerçek anlamda vaftizle girdiklerine inanan Hıristiyanlara cevap vermekte ve gerçek boyanın Allah’ın doğuştan insana verdiği temiz “boya” olduğunu açıklamaktadır. Çünkü Hıristiyanlık bozulmuş ve asli saflığından uzaklaşmıştır. Oysa insanın sadece bir fıtratı vardır ve o da her zaman ve zeminde hep aynı olan bir fıtrattır.(6)
Allahın Türklere vurduğu boyada, Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir bozulma söz konusu değildir. Bu durum, bozkıra has hususiyetlerle süregelen bozulmamış yaşam tarzlarından ve temiz fıtratlarından açıkça anlaşılmaktadır. Ancak bu fıtratın görülebilmesi için tabiatta, evrende ve kutun değdiği her şeyde var olan “kut”a değil, “töre”ye bakmak gerekir. Kutadgu Bilig’e göre ay gibi olan kut, görünür hale gelmesini töreye borçludur, fakat kaynağı Tanrıdır.(7) Töre ne kadar iyi tatbik edilirse, kut o kadar güçlenir.(8) Çünkü töre, kutun zuhur tarzı, dayandığı hükümler ve prensiplerdir.(9)
Bu noktayla alakalı olarak Gökalp, her büyük milletin uygarlığın bir sahasında en yüksek noktaya çıktığını, Türklerin de ahlakta birinci olduğunu tesbit eder.(10) Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türklerde törenin temellerini, hedeflerini ve buna göre siyasi ve sosyal hayatın idaresini Tanrı inancından kaynaklanan değerler şekillendiriyordu.(11)
Türkler, tabiatın zor şartları içinde yaşamak için verdikleri mücadelede tabiatın gerektirdiği karakteri de almışlardır. Açık bir şekilde “maddi ve manevi dayanıklılık, demir gibi bir irade, kendine güvenme, disiplinli olma, ileri görüşlülük, kararlılık ve kanaatkarlık belli başlı özellikleri haline gelmiştir.
Ayrıca, milli dayanışma anlayışının doğal bir sonucu olarak fedakarlık, bağlılık, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik, dürüstlük, cömertlik ve konukseverlik gibi meziyetler de onlarda çok erken dönemlerden itibaren gelişmiş ve yerleşmiştir.”(12) Bundandır ki bir taraftan “töre” ile düzenli işleyen devletler kurmuşlar, diğer taraftan da tabiatın gerektirdiği hayat tarzında “kut”u bulmuş ve yaşamışlardır. Diğer bir ifadeyle “Allah’ın boyası” Türklerde somut olarak törede, manevi olarak da kutta açıkça kendini belli etmiştir.
Buradaki dini tecrübeyi anlamak için Eski Türk dinindeki “kut” ve “töre” kavramlarını iyi anlamak gerekir. Kut, Gök Tanrının hayattaki uzantısıdır, Tanrının bir lütfudur. Kutadgu Bilig’e göre kut’u Tanrı verir, Tanrı yükseltir ve Tanrı kime kut vermişse onun işi yükselir, dünya onun olur. Töreyi de Tanrı verir, çünkü töreyi gerçekte vaz eden “Törütken” Tanrıdır.(13) Tanrı Türk Hakanlarını Türk töresini uygulamaları için tahta çıkarmaktadır. (14) Nitekim Türk hakanları Tanrıdan kut alır ve tahta otururlar. En başta M.Ö. 209-174’de Mete Han “Tanrı Kutu Tan Hu” unvanına sahiptir.(15) Bilge Kağan kut sahibi olduğu için tahta geçmiş ve başarılı olmuştur. Kut Tanrının bir bağışıdır. Irk Bitig’e göre hürmetle dua edip kut isteyene Tanrı kut, sürü ve uzun ömürler verir.(16)
Kut’u ya da kutsalı bu şekilde, geçmişten Türklerin Müslüman oldukları döneme kadar zaman içinde ve her ne kadar Müslüman oldukları döneme ait olsa da, geçmişe de göndermede bulunmaları bakımından ilk yazılı eserlerde de görmek mümkündür. Kutadgu Bilig’e göre kut, insan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi gösterir. Kut, Tanrının fazlındandır, menşe itibariyle Tanrıdan gelir. Kut, insandaki asli cevher (ruh); insanı insan yapan özüdür. Kut İlahi kaynaklı olduğuna göre, demek ki bu cevher de İlahi kaynaklıdır. Bundan dolayı, “kuta vurmak isteyen kendisi vurulur, onu ezmek isteyen kendisi ezilir.”(17) Çünkü “kut, insanın bir nevi özerk kudreti (nefs),”(18) bireysel varlığıdır. Kim özünü tutar (nefsine hakim olur), cevherini zararlı hırslardan arındırırsa kuta kavuşur. Kim de nefsine uyar, töre’nin yasakladığı, insani özellikleri öldüren işler yaparsa kut’u kaybeder. Kut, “erler eridir,” ona boyun eğmek gerekir, aksi takdirde ona kafa tutan kaygı ile güreşir, iç ahengi, “unsurlar arası dengesi” bozulur.(19)
Tanrı kime inayet ederse o ‘kut’a kavuşur, kutlu olur, iki cihanda da mutluluk bulur.
Kut aynı zamanda töre ile ilişkisi içinde manevi bir yol ve yöntem de içerir. Kut, töreye uymak suretiyle insandaki iç gücün harekete geçirilmesi mahiyetinde ortaya çıkar. Onu çıkarmanın yolu hikmet, bilgi, hizmet, iyilik yapmak, haya, adalet, yumuşak huy gibi hasletlere sahip olmaktan geçer. Kut geldikten sonra kişi doğru (köni, adil) hareket ederse bu hal ona siner, güzelliği eksiksiz olur. Kut’u korumak için kişi hayatını, hareketlerini, işlerini bu hale göre düzenlemeli ve özünü devamlı adalet ve doğruluk üzerine bulundurmalıdır. Ayrıca bu hasletlerin yanına başka unsurlarla birlikte “halkın duasını” yani güzel geçim ile manevi desteklerini almayı da eklemek gerekir. Ancak sonuçta Tanrının ihsanı olmadan kut elde edilemez. Tanrı kime inayet ederse o kuta kavuşur, kutlu olur, iki cihanda da saadet bulur.(20)

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 34.
(2) Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, Yeni Boyut Yayınları, 4. baskı, İstanbul, 1987, s. 11.
(3) Murtaza Mutahhari, Fıtrat Üzerine, Bengisu yayıncılık, İstanbul, 1992, s.16.
(4) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 34.
(5) Bakara: 138.
(6) Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 20.
(7) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Çev: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 65.
(8) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, s. 76.
(9) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Ankara, 1990, s. 7-8.
(10) Ziya Gökalp, “Türklerde Ahlak”, Türkler, c. 3, Ankara, 2002, s. 283.
(11) Süleyman Kocabaş, Tarihte Adil Türk İdaresi, Vatan Yayınları, İstanbul, 1994, s.10.
(12) Ekrem Memiş, Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi, Ekin Kitapevi, İstanbul, 2000, s. 314.
(13) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.
(14) İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, s. 57.
(15) Jean Poul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 44.
(16) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, s. 54.
(17) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.
(18) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, s. 54.
(19) (20) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.

Gök Tanrı ve dünyanın hakimi Türkler


Geleneksel Türk dininde “Gök Tanrı” inancı çok büyük bir öneme haizdir. Bu sebeple Türkler de siyasal iktidar ve egemenlik kaynağını doğrudan Tanrı’dan almaktadır.
Orhun Yazıtları’nda geçen Bilge Kağan’ın, “Tanrı irade ettiği için kağan oldum”(1) ve “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağan ile anam hatunu yükseltmiş olan Tanrı onları tahta oturttu”(2) ifadeleri bu gerçeği yansıtmaktadır. Bu ifadelere göre Kağan, tahta Tanrı’nın iradesiyle oturmakta, onun temsilcisi ya da elçisi olmaktadır.
Eski Türkler’de sadece kağanın Tanrı’nın iradesiyle tahta çıktığına inanılmamakta, ayrıca devletin ve toplumun yükseliş ve düşüşü, iktidar değişiklikleri ilahî himaye ve cezanın bir sonucu olarak görülmektedir. Örneğin Tardu Kağan, bir seferinde asker ve hayvanları arasında hastalık çıkmasını Tanrı’nın gazabına bağlamış, keza Çinliler’e yenilgi de ilahî kadere dayandırılmıştır. Göktürkler’in Çin’den ayrılarak bağımsız bir devlet kurmaları Gök Tanrı’nın iradesiyle gerçekleşmiş, kağan onlara Gök Tanrı tarafından verilmiş, ancak halk kağanını terk ettiği için Tanrı tarafından perişanlığa uğratılmıştır. Yine Tonyukuk’a da başarıları için gereken bilgiyi bağışlayan Gök Tanrı’dır. Savaşlarda Tanrı’nın iradesiyle zafere ulaşılmaktadır.(3)
Eski Türk dini, Gök Tanrı inancını ön plana çıkaran bir dindi. Türkler Gök Tanrı’nın yalnızca kendi uluslarını koruduğuna ve bütün dünyaya egemen kıldığına inanmaktaydılar. (4)
Orhun Yazıtlan’nda geçen “…Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerinde atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan tahta oturmuş”(5) sözleri, insan ırkları ve ülkeleri arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın, bütün yeryüzü topluluklarının ve topraklarının sadece Türk kağanlarının yönetimine verildiği inancını ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, “…Gök Tanrı istediği için tahta oturdum ve dört yandaki ulusları düzene soktum”(6) ve “…Gündoğusu’ndan Günbatısı’na kadar bütün kavimler bana baş eğerler”(7) sözleriyle de anlatılmak istenen aynıdır.
Bu çerçevede yeryüzü bir bütün olarak görülmekte, insanların da tek bir kitleden ibaret oldukları kabul edilmektedir. Bunların hepsinin üzerinde Türk hükümdarı bulunmaktadır.
Dünya egemenliği anlayışı soy, dil ve din bakımlarından insanları birbirinden ayırmamakta, bilakis onların kendi inançlarında serbest tutuldukları sosyal ve siyasal bir ortamı sunmaktadır.
Oğuz Kağan Destanı’nda da konuyla ilgili olarak şu satırlara rastlanmaktadır:  “..Ben Uygurlar’ın kağanıyım ve yeryüzünün dört-bir köşesinin kağanı olsam gerektir.” Bu ünlü destana göre, Oğuz Kağan gökten gelmiş ve yine kendisi gibi gökten inen bir kızla evlenmiştir. O, tahta çıkıp kağanlığını ilan ettikten sonra dört tarafta bulunan bütün kavimlere elçiler göndererek, “Ben artık bütün dünyanın kağanıyım” demiş ve hepsini kendine baş eğmeye ve bağlılığa davet etmiştir. Aynı destanda Oğuz Kağan’ın veziri Irkıl Hoca’nın Gök Tanrı’nm dünya egemenliğini kendisine verdiğini müjdelediği yazılıdır. Bunu, “…Ey kağanım, Gök Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın” sözünden anlayabilmek mümkündür.
“Türkler, dünyada ulus olma bilinci en erken uyanan toplumdur.”
Eski Türkler’de dünya egemenliğini yansıtan ve bir Uygur hükümdarının Gazneli Mahmut’a gönderdiği mektubun başlangıç bölümünde yer alan şu sözler hayli ilgi çekicidir: “…Göklerin sahibi Tanrı yeryüzü ülkelerinin ve birçok kavmin egemenliğini bize verdi.” Uygur hükümdarı o dönemde büyük bir devletin hükümdarı olmadığı halde, geleneksel “Türk Dünya Egemenliği” idealine bağlı kalmıştır. Kendisinin Gazneli Mahmut’a gönderdiği yay ve on ok da dikkat çekicidir. Dünya egemenliği arzusu ve inancı, Gök Tanrı’nın Türkler’i koruması ve onları başka uluslara üstün kılması prensibiyle birleşerek Türkler’de ulus olma bilincinin erken uyanmasında rol oynamıştır.
Kaynak: TÜRKLER’İN GELENEKSEL DİNİ ŞAMANİZM’İN ORTA ASYA ESKİ TÜRK KAMU HUKUKU’NA ETKİSİ
Dr. Aybars PAMİR (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.)
Alıntılar:
(1) (2) THOMSEN, Vilh.; Çözülmüş Orhun Yazıtları, (Çev.: Vedat KÖKEN), Ankara, 1993,.96.
(3) TURAN.Osman; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul, 1978, s. 104.
(4) ARSLAN. Mahmut; Eski Türk Devlet Anlayışı ve Çifte Hükümdarlık Meselesi, Fırat
Üniversitesi Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, Elazığ. 1990, s. 228.
(5) THOMSEN;a.g.e..s.88.
(6) THOMSEN;a.g.e.,s. 110.
(7)THOMSEN;a.g.e.,s. 124.

Sümerler ve Avrupa inancında Gök Tanrı’nın izleri


Eskimolar yüce tanrıların gökte oturduğuna inanır ve onu “Göksel Varlık” olarak çağırırlar. Bu tanrı, evrenin tek efendisi, kadiri mutlak tanrısıdır… İlkellerin ruhlara ettiği dualar karşılıksız kalınca bu tanrıya yönelirler. Kurban törenlerinde adanan hayvanın kafası ve kemikleri bu tanrıya sunulurken, ruhlara ve toprak ve yer altı tanrılarına yalnızca sıcak kan sunulurdu.
Moğolların yüce tanrısının adı “tengri”dir ve “gök” anlamına gelmektedir. Bu adlar ve unvanlar Ural-Altay’ın yüce tanrısının gökten geldiğini, hükümdar ve yaratıcı olduğunu ortaya koyarlar. Gökte, göğün yedinci, dokuzuncu ya da on altıncı katında oturur (Bay Ülgen). Tahtı göğün en yüksek yerinde ya da kozmik dağın zirvesindedir… Altaylılar “altın kapılı” ve “altın tahtlı” “Saray”dan (örgö) söz ederler. Tanrının oğulları ve kızları vardır ve şamanın vecd içinde gökyüzüne çıkarken karşılaştığı hizmetçileri ve habercileri vardır.
Gök tanrı kozmik ritimlerin ve toplumların dengesinin devamının ve dokunulmazlığının güvencesidir. “Han,” “Şef,” “Efendi,” yani “evrenin hükümdarı”dır. Sonuç olarak emirlerine uyulmalıdır (tanrının unvanlarında “komutan,” “düzenleyici” niteliği çok açıkça vurgulanır). Moğollar göğün her şeyi gördüğüne inanırlar ve yemin ederken “gök bilsin ki” ya da “gök görsün ki” derler. Gök işaretlerinde (kuyruklu yıldızlar, kuraklık vb) tanrısal emirleri ve sırları okurlar. Yaratıcı, öngörülü ve her şeyi bilen, kuralların bekçisi gök tanrı kozmokrattır (evrensel monark); doğrudan hüküm sürmez ama siyasal örgütler ortaya çıktığında dünya üzerindeki temsilcileri olan hanlar aracılığıyla hüküm sürer.
Cengin Han’ın mühründe de şunlar yazmaktadır: “Gökte tek Tanrı yerde tek Han. Yerin efendisinin mührü”… Gün ve şafak üstüne yemin edilir; “şafak vakti, gök kubbe, gök, yukarıda parlayan gök şahidim olsun ki” denir.
Gök-Yaratıcı-Evrenin-Hükümdarı üçlüsü kozmik düzenin güvencesi, yeryüzündeki yaşamın teminatı özelliklerinin yanı sıra, gök tanrılarının kendilerine özgü bir hükümdarları, gök tanrının etkinliği hükümdarlık mitiyle ve imparatorluğun varlığıyla pekiştirilmiştir… Genel olarak Ural-Altay topluluklarının büyük gök tanrıları başlangıçtaki özelliklerini öteki topluluklardaki gök tanrılarından daha iyi ve daha uzun süre korurlar. Hiyerogamiyi tanımazlar, fırtına ya da yıldırım tanrısına dönüşmezler: Ural-Altaylılar Kuzey Amerika mitolojilerinde olduğu gibi yıldırımı bir kuş biçiminde düşünürler, ama ona kurban vermezler. Büyük gök tanrıya saygıda bulunurlar, yiyecek elde etmek için ona dua ederler.
“Sümerler ve Hint-Avrupalıların gök tanrısı, proto-Türklerin tanrısına dayanıyor”
Mezopotamya
Sümer dilinde tanrı anlamında kullanılan sözcük Dingir‘in en eski anlamı bir gök epifanisidir: “parlak, ışık saçan”. (F. Hommel Sümerce’deki dingir “Tanrı” “ışık saçan” sözcüğünü Türk-Moğolca tengri “Gök,” “Tanrı” sözcüğüyle ilişkilendirmiştir. … Her durumda 1) Gök Tanrı’nın en eski proto-Türk uygarlıklarına ait olduğu, 2) Hint-Avrupalıların gök tanrısıyla benzerliğinin hayli çarpıcı olduğu, 3) Genelde Hint-Avrupalıların dinsel kurumlarının yapısının öteki tarih öncesi Doğu ya da Akdeniz uygarlıklarınkinden çok proto-Türklerin dinsel kurumlarının yapılarına yakın olduğu doğrudur.)
“Tanrı” sözcüğünü ifade eden ideogram (dingir olarak okunur),”göğü” tanımlayan ideogramla (ana, anu olarak okunur) aynıdır. Başlangıçta bu grafik işaret, bir yıldız hiyeroglifiydi; an(a), an(u) biçiminde söylenince hiyeroglif uzayın aşkınlığını ifade etmektedir: “yüce, yüce varlık”.
Kısa bir süre içinde bu hiyerofaniler soyut tanrı düşüncesinden (dingir) uzaklaşıp kişileştirilmiş bir tanrı düşüncesi etrafında yoğunlaştılar: Anu. “Anu”nun, sözcük anlamı “gök”tür ve IV. Bin yıldan önce ortaya çıktığı düşünülmektedir. Anu, gökte bir tahtta oturur, hükümdarlığın tüm nitelikleriyle donanmıştır: krallık asası, hükümdarlık tacı, başlık, baston. Tam bir hükümdardır ve krallığının işaretleri, mutlak egemenliğinin kaynağı ve güvencesidir; kral gücünü simgesel olarak Anu’dan alır. Bu nedenle yalnızca hükümdarlar Anu’nun adını anabilirler, sıradan insanlar tanrının adını anamazlar. “O tanrıların Babasıdır” (aba ilanı) ve “Tanrıların Kralıdır. “Baba” olarak adlandırılmasının nedeni ailevi bir bağ kurulmasından çok, hükümdarlık yetkisini vurgulamaktır.
Hammurabi kanunlarında “Anunnakilerin Kralı” olarak anılır ve en çok kullanılan sıfatları: “gök tanrı,” “gök baba,” “gök kral”dır. Krallık gökten inmiştir. Yıldızlar onun ordusudur, çünkü Anu evrensel hükümdar olarak savaşçı bir tanrıdır.

Kaynak: DİNLER TARİHİNE GİRİŞ
Mircea Eliade

Şamanizm değil, Gök Tanrı inancı


Türk kültürü binlerce yıllık geçmişe sahip zengin bir kültürdür. Orta Asya’nın bozkırlarından, Urallardan Altaylardan kopup gelen bu kültür; içerisinde pek çok dini sistemi, inanışı, felsefi düşünceleri, mistik yapıları ve geleneksel uygulamaları da barındırmaktadır.
Günümüze kadar Türk kültürü, üç büyük medeniyetin etkisi altında kalmıştır. Bunlardan ilki ve en eskisi olarak bilineni Orta Asya’da Eski Türklerin maruz kaldığı Çin medeniyetidir. Daha sonraki asırlarda özellikle 10. asırdan 18. asra kadarki süreçte İslamiyet ile birlikte Arap ve Fars medeniyetinin etkilerini Türk kültürünün değişik kollarında görmek mümkündür. Günümüzde ise 19. asır ile başlamış olan bir Batı medeniyeti etkisi vardır ve hala devam etmektedir. Bu üç medeniyetin büyük etkilerine rağmen Türk kültürünün günümüzde hala dimdik ayakta kaldığını görmemiz, kültür yapımızın ne kadar sağlam ve zengin olduğuna delil niteliğindedir. Tabii ki bu son iki bin yıllık süreçte kültür yapımız, sadece bu sözünü ettiğimiz üç medeniyetin etkisinde kalmamıştır. Ara dönemlerde ve farklı coğrafyalarda Türkler değişik din denemelerine gitmiş pek çok dini ve mistik yapılı inanış sistemlerini benimsemiş ve hayatında bunlara yer vermişlerdir. Hatta zaman zaman eski Türkler, geleneklerini ve törelerini dahi bu dinlerin ve mistik inanış sistemlerinin gölgesinde örgütlemişlerdir.
Orta Asya bozkırlarından günümüze dek gelen pek çok inanç ve inanış unsurlarının mevcut olduğu inancı, Anadolu kültür coğrafyasında hala yaşamaya devam ettiği düşüncesi, halkbilimi çalışmalarıyla ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi Türklerin ilk dini olarak bilinen Gök Tanrı İnanç Sistemi, varlığını günümüzde halk kültürünün kodları arasında, geleneklerimizde, göreneklerimizde, adetlerimizde ve sosyal ilişkilerimizde hala devam ettirmektedir.
Özellikle Türklerin asli dininin ne olduğu noktasında, çelişkili ve hatalı saptamalara gidilmiştir. Eski Türklerin Dini denilince bu konuda yeterli bilgisi bulunmayanların akıllarına ilk gelen isim Şamanizm olmuştur. “Asya, Afrika ve Amerika’da çeşitli etnoğrafik bağlamlarda bulunan karmaşık dinsel, büyüsel ve tıbbi uygulamalar bütününü ifade etmek için kullanılan terim”. Başlangıçta Sibirya ve iç-Asya’ya özgü bir inanç sistemi, yerel bir din olarak tanımlanan şamanizm, bu tür inanç ve pratikler bütününün evrensel adı haline gelmiştir” (Emiroğlu, 2003:758). Üstelik Şamanizm zikredilirken de Gök Tanrı İnanç Sistemi’nden yeterince bahsedilmemektedir.
Halbuki Gök Tanrı İnanç Sistemi kendi başına incelenmesi ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Gök Tanrı kültü, Atalar kültü, Yer-Su kültü ve Umay Ana kültü olmak üzere dört ana unsur üzerine bina edilen bu inanç sistemi ile hurafelere ve ilkel uygulamalara dayanan Şamanist inanışın arasındaki farkı görmemek mümkün değildir. Ancak buna rağmen günümüzde hala Şamanizm’in bir din olduğu fikri savunulmakta ve üstelik bu inanışın da Türklerin İslamiyet’ten önceki dini olduğu vurgulanmaktadır. İşte bu noktada yapılan çalışmaların bu muğlaklığı aydınlatmak gibi bir misyon üstlenmesi gerekmektedir. Yani
Türklerin Eski Dini söylenildiği gibi Şamanizm midir? Yoksa dört ana unsurdan müteşekkil olan bir inanç sistemi olan Gök Tanrı İnanç Sistemi midir?
Basit bir tarihi sıralamayla gidecek olursak; İslami devirden önceki Türklerin dini hakkındaki çalışmalar, XIX. Yüzyılda Rus araştırmacı W. Radloff ile başlamıştır denilebilir. Onun, Blatter aus Sibirien (Leibzig 1893, 2 cilt) adıyla yayınladığı ünlü eserinin ikinci cildinin önemli bir kısmı, bahis konusu yüzyılda Orta Asya’daki Türkler arasında mevcut Şamanizm’e hasredilmiştir. Burada görgüye dayanan önemli bilgi ve müşahedeler yer almaktadır. Eser, sonraki yerli yabancı birçok araştırıcının eski Türk dini hususunda ana kaynaklarından biri olduğu gibi, bu konuda Şamanizm tezinin benimsenmesinde başrolü oynamıştır denilebilir (Ocak, 1983). Yani Şamanizm’in Eski Türklerin dini olduğu fikri, Batılı ve yerli pek çok bilim adamının düşüncesinde bu eser sayesinde yerleşmiş olduğu bilinmektedir. 18. asır sonları ve 19. asır boyunca gerek araştırma zorlukları ve gerekse de bölgenin siyasi durumu, Orta Asya Türkleri ile ilgili çalışmaların çok sınırlı seviyelerde kalmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı bu bölgenin pek çok özellikleri ile beraber inanç-inanış yapısını ve bu yapının Orta Asya coğrafyasına dağılımını Sosyalist Rusya’nın yıkılmasına kadar öğrenememişizdir. İşte bu yetersiz bilgilerle yapılmaya çalışılan saptamalardan biri de; Şamanizm’in Türklerin Eski Dini olduğu saptamasıdır. “Türkiye’de ise, eski Türk dini üzerindeki çalışmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarındaki Türkçülük akımlarıyla beraber başlamış, ilk defa Ziya Gökalp bu konuda araştırmalar yapmıştır. O, belki de Durkheim’in etkisiyle eski Türklerin dininin Totemizm ve Natürizm safhalarından geçtiğini, sınırlı malzemesinden hareket ederek ileri sürmüştür. Fakat sonraları, eski Türklerin daha gelişmiş bir dini sisteme sahip olduklarını düşünerek buna Toyunizm adını vermiştir.

Kaynak: TÜRK KÜLTÜRÜ VE ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI İLİŞKİSİ
Arş. Gör. Dr. Serdar UĞURLU – Arş. Gör. S. Kürşad KOCA (Sakarya Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Türk Halk Oyunları Bölümü)
Alıntılar:
EMİROĞLU, Kudret ve Suavi AYDIN (2003), Antropoloji Sözlüğü, Sibel ÖZBUDUN
(Gelenek Maddesi) Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara
OCAK, Ahmet Yaşar, (1983), “Bektaşi Menakıpnamelerinde İslam Öncesi İnanç
Motifleri”,İstanbul, Enderun Kitabevi, s.21
 ————————————————————————————————–
Gök Tanrı dünyevi, Şamanizm mistiktir
Geleneksel Türk dininin temel unsurları düşünüldüğünde merkezde Gök Tanrının olduğu görülür. Gök Tanrı, dinin çekirdeği hükmünde onun esasını oluşturur. Diğer bütün unsurlar ise onun etrafında şekillenmiştir. Gök Tanrı, yere ve göklere hakimdir.
Güneş, Ay ve yıldızlar Tanrı değil, sadece kutsalı gösteren göstergelerdir. “Gök Tengri” Hun çağından itibaren Türk dini hayatında “Bir Tengri” tabiriyle İslami döneme kadar gelmiştir. Tengri’nin etrafında, Semavi dinlerde olduğu gibi yaratılmış çevre ya da diğer bir ifadeyle var olan evren bulunur.(1)
Gök Tanrı inancı, Şamanizm ile birebir aynı değildir. Bazı beraberlikler ve paralellikler oluşmuşsa da esasta birbiriyle bağdaşmaz ve genel çerçevede de örtüşmez. Çünkü Gök Tanrı önceden varolan, kendine has bir mahiyete sahiptir. Şamanizm ise insani tecrübelere ve göksel tezahürlere dayanır.
Gök Tanrı, gökyüzü olayları ve insani tecrübeyle açıklanamayacak kadar aşkın, ne özel ne de genel, hissi ve nesnel olmayan kendi içrekliğinde bir varlıktır.
Şamanizm ise sıradan olaylar ve daha çok dünyevi olgularla ilgilidir. Fakat Gök Tanrı dünyadan da tamamen uzak değildir. Bir defa kurulu düzenin kurucusudur.(2) Yasa koyduğu sosyal düzenin kılıcısı ve koruyucusudur.(3) Bunlar da nihayet göksel tezahür ve sıfatlarla açıklanabilir özelliklerdir.(4)
Şaman dünya görüşünün en belirgin özelliklerinden biri tabiatla cemiyetin bir bütünlük oluşturmasıdır. Bu nedenle Şamanizm’i bir doğa dini ya da atalar kültü olarak görenler olmuştur. Nitekim Ziya Gökalp Şamanlığı dış görünüşü itibariyle Natürizm olarak görür,(5) sosyal yapıya bakarak da “eski Türk dini (totemizm gibi) cemiyetperestlikti” der. Ona göre “her sosyal yapıya bir ruh düşer.”(6) Şamanlığın felsefesi bundan dolayı doğa hadiselerine ve doğaüstü varlıklara dayanır. Arada bu bağlantıyı kurmak gerekir.
Zira evrenle dünyamız arasında ezeli ve ebedi bir denge vardır. Şaman bu dengeyi gözeten, kozmik bilgileri yaşatan ve bunu insanlara ileten bir kişidir.(7)
Şamanizm, insanın ve dünyanın özel bir tasarımını içerir. İnsanlar ile tanrılar arasında özel bir bağ olduğunu varsayar veya insanlarla öte dünya arasında Şamanın ruhlarla ilişki kurduğunu ima eder. Çünkü insan bir beden ve ruhtan ibarettir. Doğadaki -dağ, ağaç gibi- tüm varlıkların da ruhları vardır. Ruh, “bedenin kabuğundan sıyrılabilen ve ölümden sonra da yaşamayı sürdüren görünmez bir özdür.”
Üzerinde yaşadığımız dünya da iki farklı yönüyle insana benzer. Bir yanda gördüğümüz ve kutsal olmayan bir dünya, öbür yanda ise sıradan insanların göremedikleri, mitlerin betimlediği öteki dünya.
Şamana düşen görev burada muhtemel her türlü dengesizliği önleme ve her türlü talihsizliğe karşı koyma işlevidir. Bilinçaltının karışık oyunlarına, insanın alt benliğinin karanlık tortularına karşı koymak durumundadır.
Şaman insanların başına gelebilecek talihsizliklere karşı onları ayıktırmakla, eğer gelmişse nedenlerini açıklamakla veya ahirde acılarını dindirmekle yükümlüdür. Bu anlamda Şamanizm “bir dizi eylemin altında yatan fikirler bütünüdür.”
“…”
Diğer taraftan Şamanizm ile Türklerin inancı arasında şaşılacak bir uyum da meydana gelmiştir. Şamanizm, ekstaz, ruhun gezip dolaşması, tanrılarla bağlantı kurması noktasında eski Türk toplumunun tabiata atfettiği gizli kuvvetleri istismar etmiş, yine de yavaş yavaş gelişerek, getirdiği yeni unsurlarla bütün bir maneviyat aleminin içine yerleşerek sağlam bir din görünümü kazanmıştır. Özellikle atalar kültü, kartal inancı, demircilik ve at kurbanına belirgin bir Şamanik karakter vermiştir.(8) Şamanizm bu kadar başarılı bir olgu ortaya koyduğuna göre onda özgün bir takım unsurlar da olmalıdır ki yaşayabilsin.
Şamanizm’in menşeini Güney Asya etkilerinden ayrı olarak Kuzey Asya’ya bağlayanlar da olmuştur. Buna göre Şamanizm, kuzeye has iklim koşularında, şiddetli soğuğun, uzun gecelerin ve ıssızlığın karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Bu bağlamda Şamanizm’i yöresel bir takım hastalıklarla açıklamak isteyenler olmuştur.(9)
Şamanizm aslında kendi içinde çeşitli ve özel bir maneviyat, geniş bir dünyadır. Ruh bilimci olarak yaklaşıldığında onu bir bunalım, histeri veya sara’ya benzer bir hastalık hatta norm-dışı eğilimler taşıyan gerileme içindeki bir pskhye’nin (nefsin) kendini dışa vurması olarak saptamak mümkün görünebilir.(10) Fakat bu bariz bir hata olur. Bu belirtiler, sıra dışı özelliklere sahip Şamanın bir “içsel çağrılış”ı veya “dini bunalım”ı olarak anlaşılmalıdır. Çünkü ait olduğu toplumda seçkin bir yere sahip Şaman ancak bunları bilebilir ve birçok dinin mistiği gibi gerektiğinde kullanmak için el altında bulundurur.
Esrime tekniğini sağlayan bir “içsel çağrılış” ya da esrimede bir “içgörü” daima buradan anlaşılmaktadır. Şamanizm, ilkel toplumların sihirbazlarından farklı bir yöntem ve uzmanlık içerir. Ayrıca esrimesi göğe yükselme ve yere inme girişiminde bulunulan özel bir esrimedir. Şamanın ruhlarla ilişkisi de ecinnilerin durumundan tamamen farklı olup, o kendi ruhlarına egemendir, insan olmakla beraber ölülerin, cinlerin, doğanın ruhlarının aleti olmaksızın onlarla iletişim kurmayı başarır. Dolayısıyla onu normal olarak din bilinen şeyden yana değil de, mistiklerin arasına koymak gerekir.

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Yaşar Kalafat, Altaylardan Anadolu’ya Kamizm Şamanizm, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2004, s.
19; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, c. 1, s. 425-426.
(2) Üze kök tengri asra yagız yir kılundukta ikin ara kişi oglı kılınmış. (Üstte mavi gök, altta yağız yer
kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış.) Muharrem Ergin, Orhon Abideleri, s.67
(3) Tengri yarlukadukın üçün özüm kutum bar üçün kagan olurtum. (Tanrı buyurduğu için, kendim
devletli olduğum için, kağan oturdum.) Muharrem Ergin, Orhon Abideleri, s.66
(4) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 147-148.
(5) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 27-28.
(6) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 27.
(7) Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006, s. 22.
(8) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 289.
(9) Ünver Günay, Harun Güngör; Türk Din Tarihi, Kayseri,1998. s. 119.
(10) Mircea Elade, Şamanizm, s. 8.

Avrupa Uygarlığını Türkler Kurdu


Attila’nın adının anılması bile, Avrupalı yöneticileri korkuya düşürüyordu. Attila demek, yarım milyon atlı demekti. Muazzam bir güç.
İyi bir ordu… Nasıldır?  Silahlı insanlar kalabalığı mı? Hayır. Organize olmak zorunda. Disiplinli. İtaatkar. Tecrübeli ve gelenekli. Ruhen güçlü. İşte iyi bir ordunun ne olduğu… Bu da yeterli değil.
Silahlı insanları çabuk toplamak mümkün, fakat onlara savaşmayı öğretmek, bir nesilden fazla sürecek bir iş: İnsanların kültüründe, ülkenin ekonomisinde, nihayet halkın karakterinde olan her şeyin en iyisinin –aynadaki gibi–  orduda yansıması gerekir.
Ordu bir hiçten –çıplak bir yerde– ortaya çıkmıyor. Onu uzun süre eğitiyorlar, yetiştiriyorlar, ideallerle donatıyorlar.
Titiz, fakat asil bir iş; çünkü, ordu milleti koruyor, ülkeyi koruyor. Ordusuz bir millet, kişilik sahibi değildir; o, er veya geç, başkasına hizmetçi, başkasının emirlerinin ve çıkarlarının uygulayıcısı oluyor… Mamafih, bütün bunlar, herkesin bildiği gerçekler.
Ne var ki, bazen onlar üzerinde düşünmeye değiyor. Zira, tarih ders kitaplarında yazıldığı gibi, Attila’nın, Avrupa’nın arka-planındaki yarı vahşi kabileleri toplamadığına, onlar ikna ediyorlar.
Türklerin Çin’de, İran’da, Don’da, Roma önlerinde kendisini iyi göstermiş mükemmel bir orduları vardı. Dünyada ondan daha güçlüsü yoktu.
Bu ordu, askeri birliklere –yığınlara– bölünmüştü. Her birinde on binin üzerinde atlı vardı. Binlik ve yüzlük birimlerden oluşan bir ordu. Bu birlikleri, kabilelerden-yurtlardan ve uluslardan topluyorlardı. Orduya han –ulusun veya yurtun başı– komuta ediyordu. Han, kendisine yardımcılar –atamanlar– tayin ederdi.
Ordu, ya kendi hanının, ya da yurtunun adını taşımaktaydı. Bu, daha Türklerin Hindistan’ı iskan ettikleri sırada kaydedilen eski bir Altay geleneğiydi. Attila’nın ordu birliklerinden birisi “Burgund”, diğeri “Savoya”, üçüncüsü “Tering” adını taşıyordu. Her bir ordunun bir bayrağı, onunla birlikte ismi, savaş tarihi ve itibarı vardı.
Birliklerin tamamı elli idi. Onların içinde Yayık, Ural, Don ve diğer yurtların askeri kuvvetleri vardı.
Bu ordularda, kuşkusuz, Türkler hizmet veriyorlardı; atlılar sadece Türkçe konuşuyorlardı. Deşt-i Kıpçak ordusu, diğer dilleri kabul etmedi; diğer kavimler ona, basitçe, gerekli değillerdi. Güçlü bir millet olan Alan’dan birisi dahi, muhakkak yardımcı birliklerde veya saflarda olurdu… Bizans ordusu ise başka bir konu; orada “asker” dili olarak Türkçe hakimdi; Bizans’ta Kıpçaklar ülke nüfusunun belirgin bir bölümünü, orduda ise çoğunluğu oluşturuyorlardı. Onun için, bizzat Grekler artık Türkçe konuşmayı öğrenmek zorunda kalmışlardı.
Romalı casuslar, Attila’nın askeri birliklerinin isimlerini –“Teringler”, “Burgundlar”, “Langobardlar”– duyduklarında tahminlerde bulunmaya başladılar. Onlar, bu isimleri daha önce duymamışlardı. Bunlar nasıl insanlardı? Daha önce, Romalı yöneticiler, itaat altına aldıkları kavimlerin, zorla, kendi ordularına katılmalarını sağlamışlardı; demek ki herkes Kıpçaklar için diğer kavimlerle savaşmaya karar vermişlerdi. “Derinti/toplama halklar” sözü buradan geliyor. Ne yazık ki, bu isim, Attila, onun ordusu ve umumi olarak Büyük kavimler göçü söz konusu olduğu sırada ilim alemine girmişti. “Hunlar”, “Gotlar”, “Barbarlar” buradan geliyor.
Romalılar, kasten, Kıpçaklara farklı adlar, lakaplar uydurdular; onlar kendilerini yenenlerin adlarını yüksek sesle telaffuz etmek istemiyorlardı! O zamandan itibaren, Kıpçaklardan sadece, –güya Attila’nın toplamış olduğu– “derinti/toplama halklar”, “kabileler birliği”, “Hunlar” olarak söz ediyorlar.
Gerçekte her şey tamamen başka türlü idi. Mesela, 438-439 yıllarına ait Bizans kronikleri, Attila ordularındaki Hunlar ve sözde diğer “kavimler” hakkında kelimesi kelimesine şunları haber veriyorlar: Onların, isimlerinden başka, aralarında hiçbir fark yoktur; bir dilde konuşuyor, Tengri’ye tapınıyorlar. Diğer vekayi-namelerde Hunların Gotlardan geldikleri bildiriliyor… Şu satır ise, 572 yılına ait bir belgeden: “ Bu sırada, bizim umumiyetle Türkler olarak isimlendirdiğimiz Hunlar…”
Gerçekler böyle.
Kime inanalım: Büyük kavimler göçü çağlarının belgelerine mi, tarih ilmine mi, yoksa ilimden çok politikacılara mı? Attila’nın sözde müttefikleri olan “cermen kabileler” mitini uyduran politikacıların kendilerine mi?
Bir yalan, bilindiği gibi, daima bir diğerini doğuruyor. Dünyada “cermen kabileler” var mıydı? Zayıf bir ihtimal. Tarihçilerin böyle isimlendirdikleri kabileler, Kıpçaklarının ordu birlikleri içinde –Doğu’dan– gelmişlerdi. Yurtların askeri birlikleri olarak gelmişlerdi. Onların savaş şöhretleri daha Altay’da başlamıştı.
Mesele basit… Belli. Gerçek, unutulmuş. Bu, başı sonu belli olmayan, neticeleri birbirini tutmayan muazzam bir politik dolandırıcılık; o, kendi tarihi tetkikini, keşfini bekliyor.
Kıpçaklar, Orta Avrupa’daki kendi batı topraklarını Alman (Türkçe “uzak”, “en uzaktaki”) olarak isimlendirdiler. Bu topraklar, gerçekten Altay’dan çok ötelerde bulunuyordu. (Bugün, Germanya’ya sadece Türkler Almanya diyorlar.)
“Alpler” sözünün “alp” (Türkçe “kahraman”, “galip”) kökünden gelmiş olması mümkündür.
Kıpçakların buraya gelişlerine kadar, eskiden Orta Avrupa’da Frank, Venedikliler, Tevtonlar [eski bir germen kabilesi]  ve diğer kavimlerin kabileleri yaşadılar. Romalı tarihçi Tatsit, onlar hakkında yeterince ayrıntılı bilgi veriyor. Diğer eskiçağ tarihçileri de onları göz-ardı etmediler. Ne var ki, her yerde aynı. Bu kabileleri birinci sınıf bir orduda bir araya getirmek mümkün değildir. Onlar iptidai bir hayat tarzı sürdürüyorlardı: Postlar içinde dolaşmakta idiler; silahlardan mızraklara ve ağaç sopalara sahiptiler; orada bronz kılıçlar ve mızraklar bile çok nadirdi… Bu konuya Tatsit’ten başka, arkeoloji de tanıklık ediyor… Öyleyse, “cermen kabileler” konusu nedir? Onların Roma karşısındaki konumları nedir?
Burgundlar –demir atlılar– başka bir konu. Bu “cermenler”, Avrupa’ya Baykal kıyılarından –burası onların doğdukları yurt (yer) idi – geldiler. Bugünkü İrkutsk obası toprakları üzerinde Burgund arazisi vardır; burada bir zamanlar bu soydan insanlar yaşamışlardı. Arkeologların Eski Altay’da buldukları şeyler, şüpheye bile yer bırakmıyor. Burgundların tarihlerinde gerçekten runik yazılar vardı; hepsi Türk kültürü. Bütün sayfaları onlar işgal ettiler.
İşte o, bu “cermen kabile”nin gerçek izi. İspat olunmuş, uydurulmamış bir iz.
435 yılında (Attila’nın hükümdarlığının başlangıcında), ordu Orta Avrupa’ya kadar gelmiş ve Burgund-yurtu veya Burgundiya’yı kurmuştu. Bütün bunlar biliniyor… Burgundiya’da Türkçe konuştular, runik harflerle yazdılar; bugün bile Burgundiya müzelerinde her konuda bilgi edinmek mümkündür. Sergilenen şeyler, en inandırıcı sözler! Bezemeler, günlük hayattan parçalar, milli mutfak, hatta Burgundların kendi dış-görünüşleri, hepsi, her şey Türk, Türk’e mahsus… Gerçekten, tartışılacak bir konu yok; bir şeyler anlamak isteyenler için, her şey anlaşılır durumdadır.
Burgundiya – Kıpçaklar tarafından kurulmuş bir ülkedir. Hatta bunu ismi bile anlatıyor.
İşaret etmek gerekir ki, her zaman, her çağda göçmenler, baba evlerini terk ederken, o yerlerin isimlerini de birlikte götürdüler. Bu da insanların izledikleri, tereddüt etmedikleri bir gelenek… Tecrübeli bir tek etnograf bile ona ilgisiz kalmıyor. Mesela, Avrupalılar, Amerika’yı veya Avustralya’yı iskan ederken, orada öz isimlerini muhafaza ettiler; şu şehirler böyle ortaya çıktılar: New York, New England, New Plimut, Moskova, Sen-Petersburg ve diğerleri. Benzeri örnekler çok.
Yerleri ve onların isimlerini değiştirme geleneğini başlatanlar Türkler değil midir? Mesela, Altay’da Tulun (Tolun) yurtu, Orta Rusya’da Tolu (Tula) şehri, Fransa’da Toulouse şehri hala ayaktalar. Onları Attila’nın çağdaşları kurdular. Her birinde silahlı adamlar yaşamışlardı!.. Mesela, Toulouse 419’dan 508 yılına kadar Batı Avrupa Kıpçaklarının (Batı-gotlar) başkenti dahi olmuştu. Bütün bu şehirler, Büyük kavimler göçü yolları üzerindeki işaret taşlarıdır; onların isimleri aynıdır ve Türkçe “tolum” (silah) kelimesinden gelmiştir.
Çağdaş Avrupa Sibir’de mi başladı?.. Geri kalmış Avrupa’ya yeni bir hayat veren Sibir değil midir?
Değil mi acaba? Onun nüfusunun esas kütlesi buradan, Eski Altay’dan geldi; bunlar Romalı politikacılar sayesinde tarihe “cermen kabileler” olarak geçtiler.
Teringler (Turingler), Attila’nın ordusundaki Burgundların yanı başlarında savaştılar. Ve Altay’dan geldiler! Orada, onların doğdukları yurtun yeri hala duruyor. O, unutulmadı.
Türkçe “tering” sözü, “derin”, “bol/bereketli şey” demek. Bu isim dahi, Büyük kavimler göçüyle birlikte “göçtü”; o da coğrafya haritası üzerinde az iz bırakmadı. Turinglerin yurtu, Avrupa’da Burgund-yurt ile aynı zamanda ortaya çıktı. Onu, bugün Turingiya –Almanların yeri– olarak biliyorlar. O, daha yakınlarda, yarış atlarıyla, enfes kımızıyla ve rayihalı yoğurduyla tanındı… Demek ki, eski Türk zenaatleri unutulmadılar! Yaşıyorlar.
Bir İtalyan şehri olan Turin’in isminin deşifresine, galiba, ihtiyaç bulunmuyor; o, kendisini anlatıyor. Şehrin tarihi dahi, Büyük kavimler göçüyle, Savoya ulusu ile yakından bağlantılıdır.
Kuzey İtalya’nın eski yerleşim yerlerinin en az yarısının, şöyle veya böyle, bir Türk tarihi bulunduğunu belirtmekte fayda vardır: Burada Kıpçaklar kütle halinde yerleşmişlerdi.
Mesela, Venedik’te bir ‘Türk Meydanı’ vardır; eski şehirde, eski bir yer. Çünkü, küçük bir yerleşim yerinden bir şehir ‘yaratmak’ suretiyle, bu yerleşim yerine asıl Türkler-Kıpçaklar şöhret kazandırdılar. Onlar, buraya Altay’dan geniş yapraklı ağaçlar getirmişlerdi; eski Venedik bugün onlar üzerinde duruyor… Hayır, Avrupa’nın tarihi söz konusu olduğu zaman, Büyük kavimler göçünü unutmak mümkün değildir. Hayatta her şey çok fazla birbirine bağlıdır.
Saksonya, Bavyera, Savoya, Katalonya, Bolgarya, Sırbistan, Hırvatistan, Çek, Polonya, Macaristan, Avusturya, İngiltere, Litvanya, Letonya (liste büyük!)… Bunları dahi Türkler-Kıpçaklar kurdular. Bu ülkeler Attila ile başladılar. O, Avrupa’ya kendi öncü halkını getirdi; Altay’dakilere benzeyen ulu dağların yakınında yerleşti. Ve dağlar, Attila’nın Alpleri adını aldılar –bugünkü Ettsel Alpleri (Avrupalılar Türk başbuğunun ismini böyle bozdular).
Karpatlar ve Balkanlar isimlerini Türkler verdiler. Türkçe “balkan” sözü, kelimesi kelimesine, “ormanla örtülü dağ” demek. Hem de, iğne yapraklı değil, geniş yapraklı ormanla. Güney Avrupa’nın bu bölümü, tam bu tür ormanlarla kaplıdır. Eskiden, Gemimont (Eski Hemus)’tan gelme Gem veya Em adını taşıyordu.
Karpatlar kelimesindeki Türkçe kök, çıplak gözle bile görülebiliyor – “yatağından taşmak”, “yerinden taşmak”. Gerçekten de burası, korkunç taşkınlarıyla ünlüdür. Onu, tam adlandırmak zor. Avrupalılar, Kıpçaklar gelinceye kadar, ona Sarmat dağları adını vermişlerdi.
Büyük kavimler göçü, ebedi olarak, derin izlerini bıraktı. Eski Altay kendilerine dar gelmiş olan Türklerin nerede, ne zaman ve nasıl topraklar üzerinde yerleştikleri harita üzerinde görülüyor. Büyük bir milletin eserleri, yok olup gitmiyorlar!
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)