Avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kavimler Göçü döneminde Avrupa ve Türk Kültürü

ROMA’NIN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ
Kıpçaklar, sakin ve rahat hareketleriyle Romalı yöneticileri dehşete düşürdüler. Kendine güvenen atlılardan korktular. Ve ilk uygun fırsatta zarar vermek isteyerek, onların arkalarından casusluk yaptılar. Fakat, zahiren her şey tamamen yolunda görünüyordu.
Mesela, 312 yılından itibaren Deşt-i Kıpçak’a gönüllü olarak haraç ödemeye hazır olduklarını kendileri söyleyen Grekler, Kıpçaklardan övgüyle söz etmekteydiler. (Kıpçaklar, eğer onların ordularında hizmet etmekte, tarlalarını işlemekte iseler, nasıl övgüyle söz edilmez, nasıl yaranılmaz, nasıl ödeme yapılmaz.)
Roma da haraç ödedi. Fakat bunu hiç de kendisi isteyerek yapmadı.
380’li yıllarda, Roma (Batı) imparatorluğunun kuzey sınırlarının yakınında bozkırlıların ilk yürüyen evleri göründüler. Çağdaşlar, tam da bu tarihe işaret ediyorlar. Demek ki, o sırada, burada ilk Türk yerleşim yerleri ortaya çıktılar.
Kıpçaklarla komşuluk, önceleri Romalıları çok korkutmuştu. Fakat yıllar içinde her şey değişti. Korkmayı bıraktılar. Roma, Bizans örneği üzere, Doğu’lu göçmenlere yaklaşma yollarını aramaya başladı. Ve buldu.
Bu hızlı oldu. O sırada Kıpçaklarda kıtlık, iki yıl sert bir kuraklık olmuştu. Açlık, insanları, ot gibi, “biçiyordu”. Romalı tüccarlar, tilkilerin kümeslere dadanması gibi, yeni Türk sitelerine dadandılar. Onlar, Kıpçakların açlıklarından kazanç sağladılar: Onlara bayat ürünlerini sattılar.
Sadece altın karşılığında sattılar. Ailelerde altın bitince, bu tüccarlar, gebermiş Roma köpeklerinin etleriyle Türk çocuklarını değiş-tokuş ettiler. Anne-babalar, böyle bir değiş-tokuş için bizzat gittiler; açlık yüzünden ölmekten kurtuluşun tek çıkar yolu olarak gördükleri için, çocuklarını köleliğe kendileri verdiler.
Vakıa iğrençti. Çirkindi. Ne var ki, bu, Romalıların ahlakını, hakiki yüzlerini gösteriyor.
Türkler, bu felakete sabır ve metanetle dayandılar. Onlar, tüccarları yağmalayabilir veya kovabilirlerdi; fakat böyle yapmadılar. Dişlerini sıkıp, dayandılar… Söz arasında, bu yıllarda Roma, “katılikom” –yani Türklerin müttefiki– ismiyle Grek hristiyanlığını kabul ettiler. Türklerin felaketlerinden kar ettiler.
Bu “müttefik” her şeyi yapabilecek durumdaydı. O, artık Bizans’a tabi idi; fakat bütün dünyadan nefret ediyordu. Bilhassa Roma’yı eski kudretinden mahrum bırakmış olan Kıpçaklardan. Romalılar, açıktan savaşı bırakıp gizli mücadeleye başladılar. Bu mücadele yüz yıldan fazla sürdü. Burada galip geldiler: Türkleri hilkat garibeleri, vahşiler ve hatta “vahşi hayvanlar gibi yemek yiyen” göçebeler şeklinde göstererek, gelecek nesiller önünde onlara iftira ettiler… Bu kulis mücadelesinde pek parlak bir başarı sağladılar.
“Vahşi hayvanlar gibi” nasıl yenilebilir? Anlaşılan, çok basit. Kaşık veya çatalı ele almak gerek; Türkler, bıçağın da yardımıyla, böyle yiyorlardı (bıçak, daima, hançerle birlikte kınındaydı). Vahşi hayvanlar gibi (!) yemek yemeden önce, ibrikten ellerini yıkamaları ve onları havlularla kurulamaları gerekiyordu. İşte hepsi bu.
Oysa Avrupalılar çatalla bıçağı duymamışlardı bile. Onlar, vahşi hayvanlar gibi (!) değil, elleriyle yiyorlardı. Mesela, Romalı devlet adamları, evlerinde Arap oğlanlar bulundururlar ve yemekten sonra, yağlı ellerini, onların uzun sert saçlarıyla kurularlardı.
Avrupalıların, güzellik hakkında Kıpçaklardan tamamen farklı düşünceleri vardı. Bizans imparatoru Julien, yakışıklı sayılmaktaydı; oysa onun sakalı, kum gibi, bitle doluydu. Yaşayan, kıpır kıpır kaynaşan sakal, insanı hayranlığa sevk ediyor, o da bununla gururlanıyordu.
Grekler ve Romalılar, hamamı bilmiyorlardı. “Hamam” (баня: banya), Türk icadıdır; kelime de Türkçe’dir; “bu” (buhar) ve “ana” (anne)dan, diğer bir deyişle “buharın anası”ndan gelir.
Roma’nın ünlü termal suları, herkese açık olmaktan uzaktı. Üç yüz bin kişilik Roma’da sadece seçkinler hamama girme imkanına sahiptiler. Kıpçaklarda ise her şey farklıydı; hamam günlük hayatın bir parçasıydı. Bozkır, halkı temizliğe, intizama alıştırmıştı. Ev kadını, evi toplamadan önce yemeği hazırlamazdı. Meskenlerin temizliği ve şahsi temizlik; bu da Türk kavminin bir vasfı; çünkü her pislik, bozkırda salgınlara ve hastalıklara yol açabilirdi… Pisliklere tahammül edilmezdi.
Her Kıpçak, sabah ve akşam elini-yüzünü yıkardı. Keza, yemekten önce ve duadan önce.
Türklerde bir inanç vardı; sen uyuduğun zaman, ruhun dünya üzerinde uçar, sabahleyin geri döner. Uyanmadan tam bir saniye önce. Eğer insan elini yüzünü yıkamazsa, ruh korkar ve ebedi olarak uçup gider. (Bu sebeple, uykuda başa battaniye örtmek yasaktı.)
Kıpçaklar, törelere sımsıkı uyarlardı; çünkü törelerin içinde halkın hayat tecrübesi toplanmıştı! Onun bilgeliği. Kendilerinden öncekilerin hatalarını tekrarlamamak için, onları gözetirlerdi.
Törenin her ayrıntısının bir manası vardı. Hiçbir şey boşuna değildi.
Mesela, tırnak kesmeler tam bir ritüel idi. Türk’ün yaşama gücü (onun kutu), gündüzleri tırnakların, geceleri ise saçların köklerinin altında demekti. Orada ideal bir temizlik gerekliydi; bu konuyu çocuk bile bilirdi.
Avrupalılar, Kıpçakların hayatındaki çok şeyi anlamadılar. Onun için de türlü tahminlerde bulundular; Türk’ün hayat gerçeklerini açıklamak için, art-arda, saçma sapan şeyler uydurdular.
Türkler “Göçebe” değil, yeni topraklar araştıran keşifçilerdi!
Mesela, yürüyen evler niçin gereklidir? Onun yabancısı olan bir insan, bu soruya cevap veremez. Romalı casuslar da böyle, yeni topraklar araştıranların (keşifçilerin) yürüyen evlerini görünce, Kıpçakların göçebe bir kavim olduğuna hükmettiler. Ve bunu, bütün dünyaya yaydılar.
Fakat Grekler, onlarda yürüyen evleri değil, tamamen başka şeyleri gördüler… Bir tesadüf eseri olarak, Bizanslı Prisk’in hatıratı kurtulmuş bulunuyor. Bu, Büyük kavimler göçü, Attila, Kıpçakların ilgi çekici ufak tefek şeyleri hakkında hakikati haber veren paha biçilmez tarihi bir dokümandır. Bu eser, tesadüfen kurtuldu; Romalılar, diğer bütün dokümanları yüzyıllar içinde tamamen yok ettiler.
Prisk’in hatıratı, her şeyi bizzat gören bir adam tarafından yazılmış olması bakımından değerlidir. O, sadece görmemişti, aynı zamanda elleriyle dokunmuştu. Prisk, Avrupa elçilik heyetiyle Attila’nın sarayına gelmişti. Bu hiddetli Türk hükümdarından barış dilenmeğe gelmişti.
BİZANSLI PRİSK’İN GÖZÜYLE TÜRKLER
449 yılı. Avrupa’da fırtına, görünüşe göre, dinmiş, Attila’nın öfkesi, yerini merhamete bırakmıştı. İşte o sırada, Attila’ya, içinde Bizanslı memur Prisk’in bulunduğu bir heyet gitti. Heyet barış –her ne pahasına olursa olsun barış– aramaya gitti.
“Birkaç ırmağı geçerek” –diye yazıyor raporunda Prisk– “içinde Attila’nın sarayının bulunduğu muazzam bir yere vardık.”
O yerleşim yerinin adı neydi? Belli değil. Belki, Bolgarya’nın eski başkentinden, Preslav şehrinden söz ediliyordu. Veya, Bavyera’nın eski bir şehrinden. Öyle veya böyle, o, Orta Avrupa’da yeni bir Türk şehri idi; Büyük kavimler göçüyle birlikte büyüyüp gelişmişti.
Grek, gördüklerine şaşırıp kalmıştı. Böyle bir şehri Avrupalılar kurmamışlardı. Bilhassa Attila’nın sarayı şaşırtmıştı. Tomruktan doğranmış, süslü oymalı söveleriyle saray, sanki toprak üzerinde süzülüyordu. O, güneş gibi parlıyordu, öylesine ince bir işçilik vardı.  Sarayın uzun sivri külahları göğe dayanıyordu.
Sarayın yanı başında kraliçe Kreki’nin teremi bulunuyordu. O, daha küçük, fakat dantelalarıyla daha güzel görünüyordu. Oyma motifler, onu harikulade yapıyorlardı… Sanki güneş ışıklarından örülmüş gibiydi.
Hükümdarların odaları, zarif nöbetçi kuleli yüksek duvarlarla çevrilmiş idiler.
Prisk, bu ağaçtan yapılmış emsalsiz şeylere büyülenmiş gibi bakarak uzun süre durdu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Sadece sessiz bir hayranlık. Saraya girerek şaşıran Grek, binanın yuvarlak görünmesi için, tomrukların nasıl yerleştirilmiş olabileceğini anlamadan kalakaldı. Oysa, bina yuvarlak değildi. Sadece öyle görünüyordu. Gerçekte sekizgen idi. Türklerin mimari gelenekleri bu şekildedir. Daha Eski Altay’da iken sekizgen kurenler inşa etmişlerdi.
Terem, yine aynı kuren. Sadece daha yüksek ve biraz farklı yapılı bir kurendir.
Prisk, “zemin, üzerinde gezip dolaştıkları yün halılarla kaplı.” diye kaydetmektedir. Doğru. Kıpçaklar, meskenlerin zeminine daima yolluklar veya keçe halılar seriyorlardı; bu eski bir gelenektir.
Bizanslı, mütecessis bir adamdı; günlük hayatla ilgili ufak tefek şeylere dikkat etmişti. Kıpçaklar ne yapıyorlar, ne giyiyorlar, ne yiyorlardı… Hiçbir şey onun, bu tecrübeli casusun (Prisk, hayatta böyleydi) gözlerinden kaçmıyordu. Buraya basit bir adamı gönderecek değillerdi ya.
Türklerin kadınlarının güzelliği, Grek’i pek şaşırtmıştı. Özenli, sade kıyafetleriyle. Bilhassa, uzun saçaklarla –püsküllerle– süslü baş-örtüleriyle (veya şallarıyla). Kıpçaklar, beyaz şalları mabet ve matem günleri için, renkli şalları ise bayramlar ve günlük hayat için yapıyorlardı.
Bizanslı Prisk’in rapor metninin çok açık olduğu görülüyor. Onu, sadece okumak gerekir. Fakat hayır. Mesela, kraliçe Kreki’nin yaşadığı ve Prisk’in ilk defa Türklerde gördüğü teremi, şimdi “Grek icadı” olarak tavsif ediyorlar… Güya, teremi Grekler icad etmişler. Keçenin (fötrün) icadı, Fransızlara mal edilmiştir. Şallar ise, daha başka birilerine. Oysa, bu Türk milletinin malı, yüzyılların ürünüdür.
Aslında, günlük hayatın bütün bu parçaları, Avrupa’da Kıpçakların kültürünün ayırt edici hususiyeti oldular; milletin şahsiyetini onlar oluşturdular; onu, tanınır ve diğer milletlere benzemez kıldılar.
Ya Kıpçaklar? Kıpçaklar, kendi tarihlerinin açık bir şekilde çarpıtılmasını bizzat nasıl karşıladılar?
Hiçbir şey yapmadılar. Onlar, daima Türk olarak kaldılar… Geniş ruhlu, herkesi ve her şeyi bağışlayan insanlar olarak. Türk, koynuna taş koymayı [kendine kötülük yapana karşılık vermeyi] bilmiyor. Kendini savunmuyor; her şeyi “sonraya” bırakıyor. O, böyledir. Gerçeğin nasıl olsa galip geleceğini biliyor. Onunla yaşıyor.
Ne denebilir ki, onca zehirleme girişimine rağmen, Attila, Prisk’in elçilik heyetini kendi şölenine davet etmişti… Bu, cömert bir ruhun teşebbüsü değildi. Sıradan bir Türk töresi idi. Misafiri kabul etmemek, Kıpçaklar için yüzkarası idi. Attila, Prisk’i sofraya çağırmamak edemezdi.
Becerikli politikacılar, artık o sırada Türklerin açıklıklarından, dürüstlüklerinden faydalanıyorlardı. Tabii, bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Türkler ise, kendi saf-dilliklerini! Kendi zayıf taraflarını onlara açtılar; kendilerini kullanılmaya müsait hale getirdiler; böylece Deşt-i Kıpçak’ı zaafa düşürdüler.
Burada kimse suçlu değildir; milletin karakteri budur. Onu, buyrukla değiştirmek mümkün değildir. O, eskiden oldu; şimdi var ve gelecekte olacaktır; çünkü, bu karakter anne sütüyle geçiyor ve yüzyıllar içinde oluşuyor.
Bazı gelenekleri, daha Büyük kavimler göçü zamanından itibaren değiştirmek gerekti; çünkü Avrupa’da başka bir çevre, başka bir kültür vardı; demek ki, orada başka türlü yaşamak gerekiyordu. Başka bir ahlak ile. Fakat bunu yapmayı kimse akıl etmedi. Kıpçak hanları, kendi basiretsizliklerinin cezasını ödediler. Malumdur ki, insanlar başkasının evine, kendi adetleriyle gitmiyorlar. Avrupa ise, Türkler için, ne de olsa, başkasının evi idi; o, onları kendisi değiştirdi.
… Şölenin verildiği oda, taze ağaç kokuyordu. Duvarlar boyunca geniş peykeler duruyorlardı. Yanında ise, masif meşe masalar. Attila, baş masaya oturdu. Burası, tver’ olarak adlandırılan şerefli bir yer (taht) idi; bu kısım, ince rengarenk perdelerle kapatılmıştı. Yanında, merdivende, onun büyük oğlu Ellak oturuyordu. O, gözlerini yere indirmiş ve yemeğe el sürmeden oturuyordu. Babasına hizmete her zaman hazırdı…
Babaya bakmak… oğulun soylu vazifesi! Kıpçaklar bu düşünceyle yaşadılar; onların karakterleri, bu hususta da kendini gösteriyor. Büyüğe saygı, itiraz kabul etmezdi; çünkü büyük, adete (kanuna) göre, küçüğü korumakla vazifeliydi. Sofra ve günlük hayat kaideleri, tam bir ritüel halinde yaşıyordu.
Yemekten önce “Tanrı’ya dua ettiler” diye anlatıyor, Prisk. Dua okudular ve yemeğe başladılar. Duayı, din-adamı –Avrupa tarihinde çok muammalı bir şahsiyet olan peder Orest– idare etti.
Orest, Avrupa dillerini pek güzel biliyordu; kendi zamanının incisi idi… Bu adamın kaderi şaşırtıcıdır. İki rivayet var. Birine göre, o, Attila’nın din-adamı idi; diğer rivayete göre ise, sekreter-tercüman olarak vazifeliydi. O, Deşt-i Kıpçak (daha doğrusu, bugünkü Avusturya, Macaristan) doğumludur. Onu Türk olarak tavsif etmek mümkün müdür? Fakat, Romalı tarihçiler, onun güya aslen Romalı olduğunu iddia ediyorlar; bu iddia dışında, onun Türk olmadığını gösteren bir şey yok.
Attila, bir yabancıyı kendine yaklaştırabilir miydi? Mahrem düşüncelerini ve duygularını bir yabancıya emanet edebilir miydi? İstanbul’a, bir yabancıyı kendi elçisi olarak gönderebilir miydi? Asla. O, bir din adamı; Attila’ya en yakın, en mutemet insandı. Bir eğitici ve yaşlı bir dosttu.
Peder Orest’in, Attila’nın çoğu silah arkadaşları gibi, komutanın ölümünden sonra, Roma’da parlak bir kariyer yapması ilgi çekicidir. Roma’da, imparator sarayında, büyük kumandanlar ve din adamları arasında artık pek çok Türk vardı. Bu dönem sisli bir dönem, darbeler ve esrarengiz cinayetler zamanıydı; Kıpçakları kabul eden Roma cemiyeti kaynıyordu. Herkes, cemiyette kendisine bir yer arıyordu.
Türklerin gelişleriyle, Bizans tarihi burada tekrarlandı; kültürlerin ve kavimlerin birbirine karışması burada başladı. Kıpçaklar, iktidarı ele geçirmeyi denediler. Peder Orest, bunun için her şeyi yaptı; federatlar ordusunun başına geçti ve şaşılacak kadar güzel, genç bir insan olan kendi oğlunu Roma tahtına çıkardı. Peder Orest’in oğlu, kendisine Batı Roma imparatoru olarak taç giydirildiği zaman, Latince Romul Avgustul ismini aldı. Böylece, son Roma imparatoru bir Kıpçak oldu!
5 Eylül 476 yılında, onu, Odoakr isimli bir başka Türk devirdi; böylece Roma imparatorluğu “resmen” sona erdi. Roma tahtı için çekişen Kıpçaklar, onu kendileri kaybettiler.
Pederin biyografisi, çok ani bir biçimde, son Roma imparatoruna dönüştü. Diğer bir rivayete göre, 511 yılında, yani onun ölümünden (!) 35 yıl sonra, Romalılar, Orest’i hristiyan yaptılar ve kendisine Aziz Severin adını verdiler… (“Aziz Severin’in Hayatı” –çelişkilerden örülmüş bir ilmi eser.)
… Grek Prisk’in notları, her sağduyulu insanda çok, pek çok düşünceler uyandırıyor. Hadiseler, “resmi” tarihin çizdiği çerçeveye sığmıyorlar…
Attila’nın ziyafeti nasıl geçti, ne içtiler, hangi konuda konuştular, kime güldüler, ne giyinmişlerdi… Prisk, bu konularda gayet güvenilir bilgiler vermektedir.
Ziyafet, gerektiği gibi, şarkılarla sona ermişti. Ruha işleyen ve onu her şaraptan daha iyi sarhoş eden şarkılarla. Türk şarkısız değildi; ne V. yüzyılda, ne daha sonra, ne daha önce… Kurtuluş yok, müzik –dil gibi– her milletin kendi malıdır. Bunu tarih tesbit ediyor.
Müzisyenler sahneye çıktılar ve harikulade şeyler çalmaya başladılar. Onların ellerinin altında teller canlandılar, yaylar havalandılar. Prisk’in dili tutulmuştu. Müziği dinliyordu. Fevkalade güzel müziği. Greklerin bilmedikleri şaşırtıcı müzik aletleri gördü. (Bunlar viyolonsellerin, kemanların, harplerin, balalaykaların, talyankaların [bir çeşit akordeon] büyük nineleri, büyük dedeleri idiler.)
Şarkılardan sonra, sahneye soytarı çıktı. O, gözlerden yaş gelinceye kadar gülmek zorunda bırakan her saçmalığı yaptı. Attila, herkesle birlikte, kendi soytarısının yaptıklarına kahkahalar attı.
Daha sonraları Avrupa krallarının saraylarında bulunan, balolarda misafirleri neşelendiren ve eğlendiren, kralların yüzlerine hakikati söyleyen, onlara, şaklabanlıklarına kimsenin ceza vermediği soytarılar buradan, Attila’yı taklit etme arzularından gelmiyorlar mıdır? Üstelik, soytarılar sadece, şecere bakımından Türki köklere uzanan kraliyet hanelerinde bulundular. Mesela, İskoçyalılarda veya Romalılarda soytarılar yoktu. Onların geleneklerinde soytarı yoktu.
Prisk, Attila’nın, kendisini hayretler içinde bırakan mütevazılığını, sadeliğini de kaydetmiştir. Hükümdar, açıkça, bir hükümdar gibi yaşamıyordu. Bu büyük insanın kıyafeti, yiyeceği hiç de farklı değildi. Herkesinki nasılsa, öyleydi.
Kahramana hayranlıkla bakan insanlar, komutanı mümtaz görüyorlardı. Attila’ya, işinden, davranışlarından dolayı olağanüstü saygı gösteriyorlardı. Onun cesaret ve bilgeliğine kayıtsız kalmıyorlardı. Mesela, avda onunla pek az kimse boy ölçüşebilirdi. O, at üstünde avlanıyordu. Yaban domuzlarına, geyiklere, ayılara hareket halinde iken topuzla veya teberle saldırır, onları öldürürdü.
Doğan (sokol) ile avlanma pek değerliydi. Türkçe “sok-kol” “ele getirmek”; “ber-kut” “av/ganimet vermek/getirmek” manasına gelmektedir. Kuşların isimleri, kendi kendilerini anlatıyorlar. “Korçu” (asalak, zararlı böcek) gibi; onun için, çaylak (korşun)lar, ava götürülmezdi. Attila’nın sarayının yanında “sokolçi”ler hizmet veriyorlardı; avcı kuşlara bakanlar, onları besleyenler, ava hazırlayanlar bu kişilerdi.
Bayram eğlenceleri için yabani ayılar getiren insanlar vardı. Onlar, ormanda vahşi hayvanları yakalıyorlar ve kafes içinde başkente getiriyorlardı. Türkler, ayı güreşine çok değer veriyorlardı.
Yabani ayıyı ağıla saldılar. Halkın heyecanlı haykırışları altında, elinde sapan veya bıçak bulunan cesur bir adam, onun karşısına çıktı. Kurumlu bir tavırla, kaygısızca çıktı. Vahşi hayvan, ölümü hissetmekte, fakat ona engel olamamaktaydı. Sonunda dayanamadı ve… Toplanan halk, heyecandan donup kalmıştı. Kızgın ayı, adamın üzerine saldırdı; adam çevik bir hamleyle, bir anda bıçağı sapına kadar ayının kalbine sapladı. Galibi şiddetle alkışladılar. Eski bir gelenek!
Yumruk kavgası? Bu da sevilen bir eğlenceydi. Bu, ne bir yarış, ne de spor idi. Türk’ün karakterinde daima olan bir şeydi. Herkes, kendi gücünü denemeye, kendi kanını ısıtmaya çalışabilirdi. Çocukluktan itibaren, bozkırlılar “yumruk kavgasında”, bu açık güreşte kendilerini denemeye giderlerdi. Saray saraya, sokak sokağa. Anlaşmazlık orada çözülürdü; rakiple göz göze gelindiği zaman. Sadece sen ve o.
Cemiyette bir yumruk kavgası hukuku vardı. Ona saygı gösteriyorlardı. Ondan korkar, çekinirlerdi. Karşılıklı saflar halinde veya bire bir dövüşürlerdi. İlk kan çıkıncaya kadar. Her şey sıkı kaidelere bağlıydı. Kaidelere uymamak yüzünden, orada, kavga yerinde öldürülebilirlerdi. Bu adil bir öldürme idi; kimse böyle bir ölümün intikamını alma hakkına sahip değildi.
Kıpçakların hayatında pek çok sevinç vardı; pek çok bayram, onların hayatını renklendiriyordu. Onlar, başarılı bir askeri seferden sonra, en sevdikleri oyuna tutuşurlardı: Atlılar, ellerine dama taşlarını değil, uzun eğri sopaları alırlar ve onlarla zemin (pol) üzerinde, düşmanın deri bir torbaya sarılmış kesik başını sürerlerdi. Haşmetli bir zafer oyunu!
Bu yabani eğlence, bugüne kadar unutulmadı; ona “polo” deniyor. (Bu oyunu İngilizler seviyorlar; çünkü ataları, adaya Attila ile birlikte gelmişlerdi.) Fakat, şimdi –bir zamanlar sürdükleri gibi– düşmanın kesik başını değil, ağaçtan yapılmış bir topu sürüyorlar. Buna karşılık, oyunu eski kaidelere göre oynuyorlar!
Millet gibi, gelenekler de ölmüyorlar… Sadece anılar ölüyorlar.

BİRLEŞİK AVRUPA ORDUSUYLA MEYDAN SAVAŞI
Prisk’in heyetine Attila soğuk davrandı. Her tavrıyla, her hareketiyle, heyetten hoşlanmadığını gösteriyordu. Çevreye hakim olan hile, aldatmaca, onun hoşuna gitmemişti. Büyük Kıpçak, çoktan beri biliyordu ki, yalan bir sanattır ve politika vardır. Fakat o, Avrupa’da mevcut olan bu çarpık kaideye boyun eğemezdi. Onu kabul edemezdi.
O, başka bir kaideye göre, başka bir siyasi kültürle yaşıyordu. Onun ahlakı farklı idi. Kıpçaklar, hile ile zengin olamayacakları, bunun yüzkarasından başka, hiçbir şey kazandırmayacağı düşüncesiyle büyüyorlardı.
İşte şimdi Attila, açıkça görüyordu ki, Hıristiyanlar, onun en iyi askerlerini ayartıyor, kendilerine çekiyorlar. Bunu açıkça ve küstahça yapıyorlar. O, listeleri gösterdi ve hainleri iade etmelerini talep etti. Fakat, Avrupalılar, ikiyüzlüce gülümsediler; her şeyi inkar ettiler.
Kıpçakların hükümdarı, görüşmeleri ustaca yürütmeyi bilmiyordu; çünkü o, bir politikacı için haddinden fazla dürüst bir insandı. O, elçiyle açıkça konuşuyordu. Onlar ise, bunu Attila’nın zaafı olarak yorumluyorlar ve kendisiyle alay ediyorlardı.
Aslında üzerinde konuşulacak bir şey yoktu. Her şey o kadar açıktı ki. Ordusunu ayartıp ondan koparıyorlardı. Büyük komutanları. Elbette bu, Attila’nın işine gelemezdi. Fakat, bu sadece ehven-i şerdi.
Bütün felaket şurada idi ki, onlar, bu insanlar, gitmemek edemezlerdi. Onların gidişleri kaçınılmaz idi. Bu gidişi ne buyrukla, ne hazine ile, ne korku ile durdurmak mümkündü; o, beşer cemiyetinin tabiatında yerleşmişti. Çünkü, cemiyet kendi nüfusunu kendisi tesbit ediyor!.. Nasıl? Bu da, etnografyanın anlaşılmaz bir sırrıdır.
Kabiliyetli insanlar, öz vatanlarından ayrılıyorlar; umumiyetle para için değil, iktidar ve istikbal için… Kendi vatanlarında asla sahip olamayacakları makamlar ve istikballer için. (Zaten ta buralara kadar yaşayacak yeni yerler ve idealler bulmak için gelmemişler miydi?)
Kıpçaklar, Roma’dan nefret ediyor ve nefretlerini gizlemiyorlardı; ama, başkasının ülkesine hizmet etmeye gittiler. Düşman tarafına kaçanlardan birisi, mesela, mektubunda, Romalıların adını silmeyi ve Roma imparatorluğunu Kıpçak imparatorluğuna dönüştürmeyi hararetle tahayyül ettiğini yazmıştı. Fakat, bunun yanında, Türklerin çok kötü kanunu olduğunu üzüntüyle kaydediyordu. “Bu sebeple, onun hiçbir şeyine bakmaksızın, Roma’nın şanını ihya etmek için çok hızlı yürümeğe karar verdim.” Üstelik, Türkler hesabına ihya etmeğe, diye bitirmişti.
Bu trajedi, Kıpçakları ilgilendiren gerçek bir trajedidir: Nüfus artışı, onlara acı neticeler doğurdu… Yeryüzünde haddinden fazla çoğalmışlardı: Devasa Deşt-i Kıpçak bile artık dar geliyordu. Cemiyet, kendi üstün kabiliyetli oğullarını içine sığdıramıyor, onlara gerekli refah ve mutluluğu temin edemiyordu… Milletin, bir kalemde, bir anda yüz bilge veya bin kabiliyetli büyük kumandanı olmamalıdır. Onlar için iş bulunmuyor.
Gerekli olan sadece bir bilge ve bir iyi kumandandır (olağanüstü durumlarda iki-üç; fakat yüz ve bin değil.) Tıpkı yüz büyük şairin bir arada olamaması gibi… Onları dinlemeye yoruluyorlar. Kabiliyetlilerin kıtlığı gibi, bolluğu da bir cemiyet trajedisidir. İşte Kıpçakların karşı karşıya kaldıkları şey.
Romalılar ve Grekler, aksine, kabiliyetliler açısından kıtlık çekiyorlardı. Pagan Avrupa, çoktan beri ve umutsuzca yaşlanıyordu; onun, kültürünü yenileyecek taze bir kana ihtiyacı vardı.
Onun için, Kıpçak kaçakları memnuniyetle kabul etti; onlara pek güzel hayat şartları sağladı; pek çok şey feda etti. Hatta, Roma, mesela 380 yılında, kendisi için küçük düşürücü olan Grek hristiyanlığını kabul etmişti. Çaresizlikten kabul etmişti. Kıpçakların, Hristiyanların müttefikleri olduklarını biliyordu. Böylece, kendileri için, Türk dünyasına yol açmışlardı.
Türkler ise, bu sade-dil Türkler ise… Talihli İnsanlar… Onlar, gözlerini her şeye sımsıkı kapayan sargıları hissetmeden, at üzerinde oturdular. Çevrede olup bitenlerin farkına varmadılar; bir günlük yaşadılar. Önce veya sonra, bir gün Deşt-i Kıpçak’lı kaçakların kendilerini göstermeleri gerekiyordu. Onlar, kanları gereği Kıpçaklar.
Romalılar, atalık’a vermeyi – çocukları eğitim için başka ailelere verme ile ilgili eski Türk töresini–, onlardan öğrenmişlerdi. Romalı asil soylu bir çocuğu–Aetsiy’i– Attila’ya gönderdiler. Aetsiy’i Attila, küçük kardeş olarak isimlendirdi; onu törenin gerektirdiği gibi yetiştirdi… Zamanı geldiğinde, Aetsiy, tecrübeli bir adam olarak eve döndü. O, general, sonra da Roma ordusu komutanı oldu. Batı Roma imparatorluğunun tamamında, Kıpçakları, kimse ondan (bizzat Attila’nın öğrencisi!) daha iyi tanımıyordu.
O, Aetsiy, kendisine acımadan, daha sonra Türk yöneticilerin aralarını bozdu; birini diğerine çekiştirdi; Kıpçakları ayarttı; büyük kumandanları, din-adamlarını, sıradan insanları ısrarla yanına davet etti. Onlara zengin topraklar ve malikaneler, vazifeler ve unvanlar verdi. Onlar için her şeyi yaptı; çünkü o, Türk milletinin kabiliyetliler trajedisini, kendilerinden önce anlamıştı. Zaafı keşfetti ve bunu Roma’nın menfaatine istismarı bildi. O, Türklere karşı, bizzat Türklerin elleriyle savaştı.
Aetsiy’in kendisi kimdi? O, Kıpçak cemiyeti içinde, kendisini, Kıpçaklardan biri gibi, fevkalade güvenli hissetmişti. Gayet tabiidir. Onun Gaudentsiy isimli babası, Roma süvari ordusunda başkomutan olan bir Türk idi; annesi İtala ise, çağdaşlarının hakkında yazdıklarına göre, Romalı “soylu ve zengin bir kadın”dı… Onların evliliklerinden kötü kalpli bir dahi doğmuştu.
Gallia (bugünkü Fransa), Aetsiy’in gayretleriyle, gerçek bir kaçak krallığı olmuştu. Burada binlerce Kıpçak aile yaşıyordu; orada her şey Türk idi. Başkentin ismi bile. Türk kulağı için alışılagelmiş bir kelime – Tuluza (Toulouse).
… Attila, Prisk heyetinden bu hainlerin iadelerini istedi; bilmiyordu ki, ırmağı, çıktığı kaynağa geri döndürmek mümkün değildir. İmkansızı istiyordu!.. Yüzlerce isim verdi; kaçakların gizlendikleri Tuluza’dan, diğer şehirlerden söz etti… Beyhude.
Kıpçakların istihbaratı iyi çalışıyordu. Mesela, Avrelion adlı Gallia şehrinin adının Türk tarzında, Orlean olarak değiştirildiğini tesbit etmişti. (Yabancı bir sözü bozarak, bu şekilde “isim değiştirmeler” kaçınılmazdır; göçmenler onu kendileri için anlaşılır hale getiriyorlar.)
Prisk’in elçilik heyeti, her şeyi inkar etti; Gallia’da ortaya çıkan yeni Türk şehirlerini bile. Söz bulamayan Attila, yalancıları saraydan kovdu.
O sıralar, hadiseler, hiç de Kıpçakların hayrına olacak şekilde cereyan etmiyorlardı. Düşmanlar, zaman kazanarak, Aetsiy’in birleşik bir Avrupa ordusu toplayabilmesi için, ağırdan alıyorlar; ani bir darbe vurmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, hesapları yanlış çıktı.
Attila, Gallia’ya bizzat gitti. Tuluza ve Orlean, onu çekmişlerdi. Burada Attila’nın gelişini beklemiyorlardı, dolayısıyla hazırlanmamışlardı. Haçlı bayrakları ve atlı müfrezeleri görür görmez, göçmenler ve bütün Gallia huzursuz oldular. Mahkeme, hainlere karşı hızlı ve adil idi. Ona direnmediler bile. Kaçaklar, Kıpçaklar için, ihanetin en büyük suç olduğunu biliyorlardı. Bozkırlılar her şeyi affediyorlar, ancak, sadece ihaneti ve korkaklığı affetmiyorlar.
Acı pişmanlık dakikaları… Attila, Orlean’da işini bitirmişti ki, kendisine, Roma kuvvetlerinin yola çıktığı, Aetsiy’in savaş ilan ettiği haberini getirdiler. Attila’yı bir anda karışık duygular sardı. Hileler ve şüpheler, çoktan beri kendisini huzursuz ediyordu. Attila, falcıya başvurdu.
Adet üzere, koyun kestiler. Falcı, hayvanın kürek kemiğine baktığı zaman, irkildi ve felaketi haber verdi. (Falcının Roma’dan hediye aldığı istisna değildir.)
Böylece, Aetsiy, daha savaş başlamada önce, galip gelmiş gibiydi. Psikolojik saldırıda başarılı olmuş, Attila’nın ruhuna kargaşa, kararsızlık düşürmüştü… Fakat bu, onun yegane zaferi oldu. Savaşı, Katalon tarlalarında, Şampanya’daki ünlü ovada yapmayı teklif ederek, çok erken sevinmiş, açıkça acele etmişti.
Arazi, doğrusu, atlılar için elverişli değildi; fakat Attila, belki de düşmanın dikkatini dağıtmak için, bunu bilhassa yaparak, kendisine uygun olmayan şartları kabul etti. Ne var ki, yine de, ağır duygular, kendisine acı çektiriyordu: Attila’ya, savaş şartları kendisine dayatılmış gibi geldi; bu şartları kabul etmek istemiyordu; fakat kabul etti.
Istıraplar içindeki başbuğ, başını yukarı kaldırdı, saatlerce yukarı baktı; fakat Gök ses vermedi. Savaştan önceki gece, sessizce geçti. Saban, daha erken ışıdı. Askeri birlikler saf oluşturdular; Attila, kuşkular içinde, hala dört dönüyordu. Sonunda şunu söyledi: “Kaçış, en hazin ölüm”. Ve bitkin bir şekilde atına yürüdü. Güneş artık yüksekte idi.
“Ura!” haykırışıyla, atlılar hücuma geçtiler. Fakat, Attila’nın kendi yetiştirmesi, Aetsiy, her şeyi doğru hesaplamıştı. Hücum neticesiz kaldı. Türkler, geri püskürtüldüler. Mağlubiyetin acısını hisseden Attila, ancak o zaman sakinleşti. Tengri’ye şükür, bu dakikada, kendi kendisine galip geldi.
Askeri birliklere yaklaştı, söyleyeceğini bulmuştu. Onun temiz ruhundan, temiz sözler döküldü; bu sözler, keskin bir kılıç şarkısı gibi çınladı. Başbuğun sözleri, Kıpçakların kalplerini coşturdu.
“Savunma, korku işaretidir… İlk vuran, cesurdur. İntikam, tabiatın büyük bir hediyesidir. Zafere koşan kişiye oklar erişmez… Attila savaşırken rahat duran kişi, artık ölmüş demektir.” Bunlar, onun kısa konuşmasının son kelimeleri oldular.
“Sarın koççak!” (şan ve şeref yiğitlere!”) diye gürledi büyük Kıpçak, ve kılıçla ordusunu takdis etti. Onun sesi, –Kıpçak dilinde “bey”, “razı” manasına gelen– coşkun “u-ra-a” sesleri içinde boğulup gitti.
Bir anda her şey karıştı. Katalon tarlaları, sanki parlak zafer güneşiyle aydınlanıyordu. Güneş şimdi Türklerin kılıçlarında yansıyor, yeryüzünü aydınlatıyordu. Bu kere, Avrupa ordusuyla savaş, çok daha ciddi olmuştu. Tengri’nin elçileri, kendi kamplarına ancak geceleyin döndüler. Yorgun ve memnun olarak döndüler.
Sabah, ali-cenap Attila, Aetsiy’in kılıç artığı ordusuna –acımak mümkün olmayan düşmana– ayrılma izni verdi. Bu asil jesti, Romalılar, Kıpçakların zayıflığına yordular. Onlar, daha doğrusu, onların tarihçileri, daha sonra, Attila’yı Katalaun tarlalarındaki savaşta mağlup saydılar.
Savaşı meydanındaki bir merhamet, bakın nasıl neticeleniyor!
Attila, tabii ki, bundan hiç haberdar olamadı. O, yüzyıllar sonra meydana gelecek hadiseleri nasıl bilebilirdi? Başbuğ, o sırada Türklerin yaşadıkları Kuzey İtalya’nın şehirlerini yeryüzünden silerek, ordusunu Roma’ya yöneltti. Kıpçak kaçakların başka bir sığınağı olan Milan bilhassa zarar gördü.
Attila’nın askeri birlikleri, çok geçmeden, Roma açıklarında durdular. “Mağlubiyet kurbanı” Kıpçaklar, savaş sancaklarıyla Roma’ya geliyorlardı! Onları, başta piskopos Lev olmak üzere, asiller karşıladılar. Romalılar, kendilerine merhamet etmesi için Attila’ya yalvardılar; onlar, Türklerin iyi kalpli, başkalarına yardıma hazır ve kin tutmaz olduklarını biliyorlardı. Roma papa’sı bile, yalvararak dizleri üzerine çökmüştü… Bu karşılaşma, Vatikan’da muhafaza olunan, Rafael’in tablosunda yansıtılmıştır.
Kıpçakları durduran, tabii ki, düşmanın göz yaşları değildir. Hatta, İtalya’da vebanın ortalığı kasıp kavurduğu yalanı da değildir. Roma piskoposunun başı üzerinde tuttuğu haç. O durdurdu.
Bu, Tengri’nin haçı idi! Atlılar, onu Gök’ün iradesi kabul ediyorlardı. Roma, Türklerin mukaddes bildiği şeyi, başları üzerine kaldırmışlardı, Deşt-i Kıpçak’ın hakimiyetini tanımışlardı. Savaş sona erdi.
Attila eve döndü… Yenilen düşman manzarası, keyif vermiyordu.
ATTİLA’NIN ÖLÜMÜ
Yine de, onlar, Attila’yı kurnazlıkla alt ettiler… Küstahça ve haince. Mağlup olmuş düşmanlar, onlarla her şeyi, en alçakçasını bile yapabilecek kadar korkunçturlar –onlar için ahlaki engeller yoktur. Hiçbir şey onları durduramıyor.
İldiko isimli dilber, kendisini Attila’nın huzurunda nasıl bulmuştu? Kimse bilmiyordu. Başbuğ, bu güzel kızı görmüş ve ona aşık olmuştu. O, engin ve coşkun gönüllü bir insandı. Düğün şölenleri, bütün gece devam etti. Sabah, muhafızlar, Attila’nın, yatak odasından uzun süre çıkmadığını fark ettiler. Öğleye kadar beklediler. Yöneticilerin odalarında şüpheli bir sessizlik vardı.
Kapıyı kırıp içeri girdiler ve korkunç manzarayı gördüler. Başbuğ, kanlar içinde yatıyor, genç kız ise, heykel gibi, kımıldamadan yanı başında oturuyordu… Onun ölümü bir tesadüf müydü? Asla. O gece, İstanbul’daki Bizans imparatoru Markian, rüyasında, Attila’ın kırılmış yayını görmüştü. Bu bir felaket işareti.
Hayatta, elbette, rüyaların gerçekleştikleri oluyor. Fakat, Greklerin Attila’yı zehirleme teşebbüsleri hatırlanınca, onun ölümünün tesadüflüğü pek inandırıcı görünmüyor. Önceden hazırlanmış bir cinayet mi?.. Bunu başka türlü tavsif edemezsiniz.
Deşt-i Kıpçak insanları, kızgınlıktan çılgına döndüler. Liderin bu tuhaf ölümü, onları yerle bir etti.  Şehirlere ve köylere matem çöktü. Kadınlar beyaz elbiseler giydiler, saçlarını çözüp dağıttılar. Erkekler ise, törenin gerektirdiği gibi, saçlarından bir tutam kestiler; yüzlerinde derin bir yara açtılar. Yenilmez savaşçı öldü! Ardından gözyaşıyla değil, kanla ağlamak adettendi.
Meydanda çadır kurdular; içine başbuğun naaşını koydular. Seçkin atlılar, büyük Türk’ün hatırasına saygı gösterip, gece gündüz çadırın etrafında döndüler.
Kanlı ağıtlardan sonra, çadırın yakınında muazzam şölen başladı. Vahşi, neredeyse insanlık-dışı bir tablo; cenaze acısı ve sınırsız bir şenlik yan yana. Şaşırtıcı bir tören. Öteki dünyaya giden hükümdarın, milletine sağladığı refahın, onun ölümüyle sona ermediğini görmesi gerekti. Hayat devam ediyor.
Gecenin geç saatlerinde cesedi toprağa verdiler.
Attila’nın naaşını üç katlı tabuta koymuşlardı. Birincisi altından, ikincisi gümüşten, üçüncüsü demirden. Buraya başbuğun silahlarını, hayatta iken hiç taşımadığı nişanlarını istif ettiler.
Attila’yı gömdükleri yer bilinmiyor. Cenaze törenine katılanların tamamı, kendilerini öldürmüşlerdi. Onlar, sükunet içinde, öteki dünyaya, kendi hükümdarlarına hizmete gittiler…
Kıpçakların kederli günleri, Romalılar ve Grekler için bayramın başlangıcı oldu. Düşmanlar, Attila’nın ölümüne sevindiler ve sevinçlerini de gizlemediler. Şimdi onlar için mühim olan, halefleri birbirine düşürmek ve Kıpçakların kendilerini güçsüz bırakıp, kesin olarak zayıflayacakları zamanı beklemekti.
Tahta meşru olarak sadece büyük oğul Ellak’ın çıkma hakkı vardı. Ona iftira ettiler; hırs ve garezi uyandırdılar. İç savaş başladı.
Türkler, sanki kendi kendilerine karşı savaşıyorlardı. Kardeş kardeşin, boy boyun üzerine gitmekteydi. Bu, herkesin herkese karşı savaşı idi. (Felaket, insanları kör ve akılsız yapmıştı). Savaşta Ellak’ı öldürdükleri zaman, Romalı politikacılar, propagandacılar, lejyonerler, onlara sonra ne yapacaklarını biliyorlardı. Tefrika, bölüp parçalama. Zayıflatma, güçsüz düşürme. En mühimi, daha fazla iftira, daha fazla dedi-kodu.
Dedi-kodu, Türklerle savaşta en iyi silahtı; sonra onlar, kendilerine karşı, her şeyi kendileri yapıyorlardı… İşte böylece, Büyük kavimler göçü, acımasız ve uzun bir kardeş kavgasıyla sona erdi: Muazzam bir nüfusa ulaşan millet, kendisini mahvetmişti.
Fakat, bu yılların neticesi, Türk kültürü için yine de hazin olmamıştı. O, umulmadık bir şekilde ve paradoksal olarak çok daha ilerledi. O sırada, yani V. yüzyılın sonuna doğru, Kıpçaklar, Avrupa’nın yarısını ve Orta Asya’nın tamamını iskan etmişlerdi. Türk dili, Avrasya kıtası üzerindeki diğer bütün dilleri bastırdı. Türkler, dünyanın en kalabalık milleti oldular.
Evet, onlar, kendi aralarında dövüştüler; farklı inanca sahip oldular; farklı kültür peşinde koştular; hepsi bu; fakat onlar Altay’dan gelme, Altay asıllı idiler. Aynı kandan –Türk– insanlardı. Ve bu, farklı olsalar da, onları ebedi olarak birleştirdi.
İşte, buyurun, Büyük kavimler göçünün en mühim neticesi!.. Bir millet, onlarca başka millete hayat verdi.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Sümerler ve Avrupa inancında Gök Tanrı’nın izleri


Eskimolar yüce tanrıların gökte oturduğuna inanır ve onu “Göksel Varlık” olarak çağırırlar. Bu tanrı, evrenin tek efendisi, kadiri mutlak tanrısıdır… İlkellerin ruhlara ettiği dualar karşılıksız kalınca bu tanrıya yönelirler. Kurban törenlerinde adanan hayvanın kafası ve kemikleri bu tanrıya sunulurken, ruhlara ve toprak ve yer altı tanrılarına yalnızca sıcak kan sunulurdu.
Moğolların yüce tanrısının adı “tengri”dir ve “gök” anlamına gelmektedir. Bu adlar ve unvanlar Ural-Altay’ın yüce tanrısının gökten geldiğini, hükümdar ve yaratıcı olduğunu ortaya koyarlar. Gökte, göğün yedinci, dokuzuncu ya da on altıncı katında oturur (Bay Ülgen). Tahtı göğün en yüksek yerinde ya da kozmik dağın zirvesindedir… Altaylılar “altın kapılı” ve “altın tahtlı” “Saray”dan (örgö) söz ederler. Tanrının oğulları ve kızları vardır ve şamanın vecd içinde gökyüzüne çıkarken karşılaştığı hizmetçileri ve habercileri vardır.
Gök tanrı kozmik ritimlerin ve toplumların dengesinin devamının ve dokunulmazlığının güvencesidir. “Han,” “Şef,” “Efendi,” yani “evrenin hükümdarı”dır. Sonuç olarak emirlerine uyulmalıdır (tanrının unvanlarında “komutan,” “düzenleyici” niteliği çok açıkça vurgulanır). Moğollar göğün her şeyi gördüğüne inanırlar ve yemin ederken “gök bilsin ki” ya da “gök görsün ki” derler. Gök işaretlerinde (kuyruklu yıldızlar, kuraklık vb) tanrısal emirleri ve sırları okurlar. Yaratıcı, öngörülü ve her şeyi bilen, kuralların bekçisi gök tanrı kozmokrattır (evrensel monark); doğrudan hüküm sürmez ama siyasal örgütler ortaya çıktığında dünya üzerindeki temsilcileri olan hanlar aracılığıyla hüküm sürer.
Cengin Han’ın mühründe de şunlar yazmaktadır: “Gökte tek Tanrı yerde tek Han. Yerin efendisinin mührü”… Gün ve şafak üstüne yemin edilir; “şafak vakti, gök kubbe, gök, yukarıda parlayan gök şahidim olsun ki” denir.
Gök-Yaratıcı-Evrenin-Hükümdarı üçlüsü kozmik düzenin güvencesi, yeryüzündeki yaşamın teminatı özelliklerinin yanı sıra, gök tanrılarının kendilerine özgü bir hükümdarları, gök tanrının etkinliği hükümdarlık mitiyle ve imparatorluğun varlığıyla pekiştirilmiştir… Genel olarak Ural-Altay topluluklarının büyük gök tanrıları başlangıçtaki özelliklerini öteki topluluklardaki gök tanrılarından daha iyi ve daha uzun süre korurlar. Hiyerogamiyi tanımazlar, fırtına ya da yıldırım tanrısına dönüşmezler: Ural-Altaylılar Kuzey Amerika mitolojilerinde olduğu gibi yıldırımı bir kuş biçiminde düşünürler, ama ona kurban vermezler. Büyük gök tanrıya saygıda bulunurlar, yiyecek elde etmek için ona dua ederler.
“Sümerler ve Hint-Avrupalıların gök tanrısı, proto-Türklerin tanrısına dayanıyor”
Mezopotamya
Sümer dilinde tanrı anlamında kullanılan sözcük Dingir‘in en eski anlamı bir gök epifanisidir: “parlak, ışık saçan”. (F. Hommel Sümerce’deki dingir “Tanrı” “ışık saçan” sözcüğünü Türk-Moğolca tengri “Gök,” “Tanrı” sözcüğüyle ilişkilendirmiştir. … Her durumda 1) Gök Tanrı’nın en eski proto-Türk uygarlıklarına ait olduğu, 2) Hint-Avrupalıların gök tanrısıyla benzerliğinin hayli çarpıcı olduğu, 3) Genelde Hint-Avrupalıların dinsel kurumlarının yapısının öteki tarih öncesi Doğu ya da Akdeniz uygarlıklarınkinden çok proto-Türklerin dinsel kurumlarının yapılarına yakın olduğu doğrudur.)
“Tanrı” sözcüğünü ifade eden ideogram (dingir olarak okunur),”göğü” tanımlayan ideogramla (ana, anu olarak okunur) aynıdır. Başlangıçta bu grafik işaret, bir yıldız hiyeroglifiydi; an(a), an(u) biçiminde söylenince hiyeroglif uzayın aşkınlığını ifade etmektedir: “yüce, yüce varlık”.
Kısa bir süre içinde bu hiyerofaniler soyut tanrı düşüncesinden (dingir) uzaklaşıp kişileştirilmiş bir tanrı düşüncesi etrafında yoğunlaştılar: Anu. “Anu”nun, sözcük anlamı “gök”tür ve IV. Bin yıldan önce ortaya çıktığı düşünülmektedir. Anu, gökte bir tahtta oturur, hükümdarlığın tüm nitelikleriyle donanmıştır: krallık asası, hükümdarlık tacı, başlık, baston. Tam bir hükümdardır ve krallığının işaretleri, mutlak egemenliğinin kaynağı ve güvencesidir; kral gücünü simgesel olarak Anu’dan alır. Bu nedenle yalnızca hükümdarlar Anu’nun adını anabilirler, sıradan insanlar tanrının adını anamazlar. “O tanrıların Babasıdır” (aba ilanı) ve “Tanrıların Kralıdır. “Baba” olarak adlandırılmasının nedeni ailevi bir bağ kurulmasından çok, hükümdarlık yetkisini vurgulamaktır.
Hammurabi kanunlarında “Anunnakilerin Kralı” olarak anılır ve en çok kullanılan sıfatları: “gök tanrı,” “gök baba,” “gök kral”dır. Krallık gökten inmiştir. Yıldızlar onun ordusudur, çünkü Anu evrensel hükümdar olarak savaşçı bir tanrıdır.

Kaynak: DİNLER TARİHİNE GİRİŞ
Mircea Eliade

Avrupa Uygarlığını Türkler Kurdu


Attila’nın adının anılması bile, Avrupalı yöneticileri korkuya düşürüyordu. Attila demek, yarım milyon atlı demekti. Muazzam bir güç.
İyi bir ordu… Nasıldır?  Silahlı insanlar kalabalığı mı? Hayır. Organize olmak zorunda. Disiplinli. İtaatkar. Tecrübeli ve gelenekli. Ruhen güçlü. İşte iyi bir ordunun ne olduğu… Bu da yeterli değil.
Silahlı insanları çabuk toplamak mümkün, fakat onlara savaşmayı öğretmek, bir nesilden fazla sürecek bir iş: İnsanların kültüründe, ülkenin ekonomisinde, nihayet halkın karakterinde olan her şeyin en iyisinin –aynadaki gibi–  orduda yansıması gerekir.
Ordu bir hiçten –çıplak bir yerde– ortaya çıkmıyor. Onu uzun süre eğitiyorlar, yetiştiriyorlar, ideallerle donatıyorlar.
Titiz, fakat asil bir iş; çünkü, ordu milleti koruyor, ülkeyi koruyor. Ordusuz bir millet, kişilik sahibi değildir; o, er veya geç, başkasına hizmetçi, başkasının emirlerinin ve çıkarlarının uygulayıcısı oluyor… Mamafih, bütün bunlar, herkesin bildiği gerçekler.
Ne var ki, bazen onlar üzerinde düşünmeye değiyor. Zira, tarih ders kitaplarında yazıldığı gibi, Attila’nın, Avrupa’nın arka-planındaki yarı vahşi kabileleri toplamadığına, onlar ikna ediyorlar.
Türklerin Çin’de, İran’da, Don’da, Roma önlerinde kendisini iyi göstermiş mükemmel bir orduları vardı. Dünyada ondan daha güçlüsü yoktu.
Bu ordu, askeri birliklere –yığınlara– bölünmüştü. Her birinde on binin üzerinde atlı vardı. Binlik ve yüzlük birimlerden oluşan bir ordu. Bu birlikleri, kabilelerden-yurtlardan ve uluslardan topluyorlardı. Orduya han –ulusun veya yurtun başı– komuta ediyordu. Han, kendisine yardımcılar –atamanlar– tayin ederdi.
Ordu, ya kendi hanının, ya da yurtunun adını taşımaktaydı. Bu, daha Türklerin Hindistan’ı iskan ettikleri sırada kaydedilen eski bir Altay geleneğiydi. Attila’nın ordu birliklerinden birisi “Burgund”, diğeri “Savoya”, üçüncüsü “Tering” adını taşıyordu. Her bir ordunun bir bayrağı, onunla birlikte ismi, savaş tarihi ve itibarı vardı.
Birliklerin tamamı elli idi. Onların içinde Yayık, Ural, Don ve diğer yurtların askeri kuvvetleri vardı.
Bu ordularda, kuşkusuz, Türkler hizmet veriyorlardı; atlılar sadece Türkçe konuşuyorlardı. Deşt-i Kıpçak ordusu, diğer dilleri kabul etmedi; diğer kavimler ona, basitçe, gerekli değillerdi. Güçlü bir millet olan Alan’dan birisi dahi, muhakkak yardımcı birliklerde veya saflarda olurdu… Bizans ordusu ise başka bir konu; orada “asker” dili olarak Türkçe hakimdi; Bizans’ta Kıpçaklar ülke nüfusunun belirgin bir bölümünü, orduda ise çoğunluğu oluşturuyorlardı. Onun için, bizzat Grekler artık Türkçe konuşmayı öğrenmek zorunda kalmışlardı.
Romalı casuslar, Attila’nın askeri birliklerinin isimlerini –“Teringler”, “Burgundlar”, “Langobardlar”– duyduklarında tahminlerde bulunmaya başladılar. Onlar, bu isimleri daha önce duymamışlardı. Bunlar nasıl insanlardı? Daha önce, Romalı yöneticiler, itaat altına aldıkları kavimlerin, zorla, kendi ordularına katılmalarını sağlamışlardı; demek ki herkes Kıpçaklar için diğer kavimlerle savaşmaya karar vermişlerdi. “Derinti/toplama halklar” sözü buradan geliyor. Ne yazık ki, bu isim, Attila, onun ordusu ve umumi olarak Büyük kavimler göçü söz konusu olduğu sırada ilim alemine girmişti. “Hunlar”, “Gotlar”, “Barbarlar” buradan geliyor.
Romalılar, kasten, Kıpçaklara farklı adlar, lakaplar uydurdular; onlar kendilerini yenenlerin adlarını yüksek sesle telaffuz etmek istemiyorlardı! O zamandan itibaren, Kıpçaklardan sadece, –güya Attila’nın toplamış olduğu– “derinti/toplama halklar”, “kabileler birliği”, “Hunlar” olarak söz ediyorlar.
Gerçekte her şey tamamen başka türlü idi. Mesela, 438-439 yıllarına ait Bizans kronikleri, Attila ordularındaki Hunlar ve sözde diğer “kavimler” hakkında kelimesi kelimesine şunları haber veriyorlar: Onların, isimlerinden başka, aralarında hiçbir fark yoktur; bir dilde konuşuyor, Tengri’ye tapınıyorlar. Diğer vekayi-namelerde Hunların Gotlardan geldikleri bildiriliyor… Şu satır ise, 572 yılına ait bir belgeden: “ Bu sırada, bizim umumiyetle Türkler olarak isimlendirdiğimiz Hunlar…”
Gerçekler böyle.
Kime inanalım: Büyük kavimler göçü çağlarının belgelerine mi, tarih ilmine mi, yoksa ilimden çok politikacılara mı? Attila’nın sözde müttefikleri olan “cermen kabileler” mitini uyduran politikacıların kendilerine mi?
Bir yalan, bilindiği gibi, daima bir diğerini doğuruyor. Dünyada “cermen kabileler” var mıydı? Zayıf bir ihtimal. Tarihçilerin böyle isimlendirdikleri kabileler, Kıpçaklarının ordu birlikleri içinde –Doğu’dan– gelmişlerdi. Yurtların askeri birlikleri olarak gelmişlerdi. Onların savaş şöhretleri daha Altay’da başlamıştı.
Mesele basit… Belli. Gerçek, unutulmuş. Bu, başı sonu belli olmayan, neticeleri birbirini tutmayan muazzam bir politik dolandırıcılık; o, kendi tarihi tetkikini, keşfini bekliyor.
Kıpçaklar, Orta Avrupa’daki kendi batı topraklarını Alman (Türkçe “uzak”, “en uzaktaki”) olarak isimlendirdiler. Bu topraklar, gerçekten Altay’dan çok ötelerde bulunuyordu. (Bugün, Germanya’ya sadece Türkler Almanya diyorlar.)
“Alpler” sözünün “alp” (Türkçe “kahraman”, “galip”) kökünden gelmiş olması mümkündür.
Kıpçakların buraya gelişlerine kadar, eskiden Orta Avrupa’da Frank, Venedikliler, Tevtonlar [eski bir germen kabilesi]  ve diğer kavimlerin kabileleri yaşadılar. Romalı tarihçi Tatsit, onlar hakkında yeterince ayrıntılı bilgi veriyor. Diğer eskiçağ tarihçileri de onları göz-ardı etmediler. Ne var ki, her yerde aynı. Bu kabileleri birinci sınıf bir orduda bir araya getirmek mümkün değildir. Onlar iptidai bir hayat tarzı sürdürüyorlardı: Postlar içinde dolaşmakta idiler; silahlardan mızraklara ve ağaç sopalara sahiptiler; orada bronz kılıçlar ve mızraklar bile çok nadirdi… Bu konuya Tatsit’ten başka, arkeoloji de tanıklık ediyor… Öyleyse, “cermen kabileler” konusu nedir? Onların Roma karşısındaki konumları nedir?
Burgundlar –demir atlılar– başka bir konu. Bu “cermenler”, Avrupa’ya Baykal kıyılarından –burası onların doğdukları yurt (yer) idi – geldiler. Bugünkü İrkutsk obası toprakları üzerinde Burgund arazisi vardır; burada bir zamanlar bu soydan insanlar yaşamışlardı. Arkeologların Eski Altay’da buldukları şeyler, şüpheye bile yer bırakmıyor. Burgundların tarihlerinde gerçekten runik yazılar vardı; hepsi Türk kültürü. Bütün sayfaları onlar işgal ettiler.
İşte o, bu “cermen kabile”nin gerçek izi. İspat olunmuş, uydurulmamış bir iz.
435 yılında (Attila’nın hükümdarlığının başlangıcında), ordu Orta Avrupa’ya kadar gelmiş ve Burgund-yurtu veya Burgundiya’yı kurmuştu. Bütün bunlar biliniyor… Burgundiya’da Türkçe konuştular, runik harflerle yazdılar; bugün bile Burgundiya müzelerinde her konuda bilgi edinmek mümkündür. Sergilenen şeyler, en inandırıcı sözler! Bezemeler, günlük hayattan parçalar, milli mutfak, hatta Burgundların kendi dış-görünüşleri, hepsi, her şey Türk, Türk’e mahsus… Gerçekten, tartışılacak bir konu yok; bir şeyler anlamak isteyenler için, her şey anlaşılır durumdadır.
Burgundiya – Kıpçaklar tarafından kurulmuş bir ülkedir. Hatta bunu ismi bile anlatıyor.
İşaret etmek gerekir ki, her zaman, her çağda göçmenler, baba evlerini terk ederken, o yerlerin isimlerini de birlikte götürdüler. Bu da insanların izledikleri, tereddüt etmedikleri bir gelenek… Tecrübeli bir tek etnograf bile ona ilgisiz kalmıyor. Mesela, Avrupalılar, Amerika’yı veya Avustralya’yı iskan ederken, orada öz isimlerini muhafaza ettiler; şu şehirler böyle ortaya çıktılar: New York, New England, New Plimut, Moskova, Sen-Petersburg ve diğerleri. Benzeri örnekler çok.
Yerleri ve onların isimlerini değiştirme geleneğini başlatanlar Türkler değil midir? Mesela, Altay’da Tulun (Tolun) yurtu, Orta Rusya’da Tolu (Tula) şehri, Fransa’da Toulouse şehri hala ayaktalar. Onları Attila’nın çağdaşları kurdular. Her birinde silahlı adamlar yaşamışlardı!.. Mesela, Toulouse 419’dan 508 yılına kadar Batı Avrupa Kıpçaklarının (Batı-gotlar) başkenti dahi olmuştu. Bütün bu şehirler, Büyük kavimler göçü yolları üzerindeki işaret taşlarıdır; onların isimleri aynıdır ve Türkçe “tolum” (silah) kelimesinden gelmiştir.
Çağdaş Avrupa Sibir’de mi başladı?.. Geri kalmış Avrupa’ya yeni bir hayat veren Sibir değil midir?
Değil mi acaba? Onun nüfusunun esas kütlesi buradan, Eski Altay’dan geldi; bunlar Romalı politikacılar sayesinde tarihe “cermen kabileler” olarak geçtiler.
Teringler (Turingler), Attila’nın ordusundaki Burgundların yanı başlarında savaştılar. Ve Altay’dan geldiler! Orada, onların doğdukları yurtun yeri hala duruyor. O, unutulmadı.
Türkçe “tering” sözü, “derin”, “bol/bereketli şey” demek. Bu isim dahi, Büyük kavimler göçüyle birlikte “göçtü”; o da coğrafya haritası üzerinde az iz bırakmadı. Turinglerin yurtu, Avrupa’da Burgund-yurt ile aynı zamanda ortaya çıktı. Onu, bugün Turingiya –Almanların yeri– olarak biliyorlar. O, daha yakınlarda, yarış atlarıyla, enfes kımızıyla ve rayihalı yoğurduyla tanındı… Demek ki, eski Türk zenaatleri unutulmadılar! Yaşıyorlar.
Bir İtalyan şehri olan Turin’in isminin deşifresine, galiba, ihtiyaç bulunmuyor; o, kendisini anlatıyor. Şehrin tarihi dahi, Büyük kavimler göçüyle, Savoya ulusu ile yakından bağlantılıdır.
Kuzey İtalya’nın eski yerleşim yerlerinin en az yarısının, şöyle veya böyle, bir Türk tarihi bulunduğunu belirtmekte fayda vardır: Burada Kıpçaklar kütle halinde yerleşmişlerdi.
Mesela, Venedik’te bir ‘Türk Meydanı’ vardır; eski şehirde, eski bir yer. Çünkü, küçük bir yerleşim yerinden bir şehir ‘yaratmak’ suretiyle, bu yerleşim yerine asıl Türkler-Kıpçaklar şöhret kazandırdılar. Onlar, buraya Altay’dan geniş yapraklı ağaçlar getirmişlerdi; eski Venedik bugün onlar üzerinde duruyor… Hayır, Avrupa’nın tarihi söz konusu olduğu zaman, Büyük kavimler göçünü unutmak mümkün değildir. Hayatta her şey çok fazla birbirine bağlıdır.
Saksonya, Bavyera, Savoya, Katalonya, Bolgarya, Sırbistan, Hırvatistan, Çek, Polonya, Macaristan, Avusturya, İngiltere, Litvanya, Letonya (liste büyük!)… Bunları dahi Türkler-Kıpçaklar kurdular. Bu ülkeler Attila ile başladılar. O, Avrupa’ya kendi öncü halkını getirdi; Altay’dakilere benzeyen ulu dağların yakınında yerleşti. Ve dağlar, Attila’nın Alpleri adını aldılar –bugünkü Ettsel Alpleri (Avrupalılar Türk başbuğunun ismini böyle bozdular).
Karpatlar ve Balkanlar isimlerini Türkler verdiler. Türkçe “balkan” sözü, kelimesi kelimesine, “ormanla örtülü dağ” demek. Hem de, iğne yapraklı değil, geniş yapraklı ormanla. Güney Avrupa’nın bu bölümü, tam bu tür ormanlarla kaplıdır. Eskiden, Gemimont (Eski Hemus)’tan gelme Gem veya Em adını taşıyordu.
Karpatlar kelimesindeki Türkçe kök, çıplak gözle bile görülebiliyor – “yatağından taşmak”, “yerinden taşmak”. Gerçekten de burası, korkunç taşkınlarıyla ünlüdür. Onu, tam adlandırmak zor. Avrupalılar, Kıpçaklar gelinceye kadar, ona Sarmat dağları adını vermişlerdi.
Büyük kavimler göçü, ebedi olarak, derin izlerini bıraktı. Eski Altay kendilerine dar gelmiş olan Türklerin nerede, ne zaman ve nasıl topraklar üzerinde yerleştikleri harita üzerinde görülüyor. Büyük bir milletin eserleri, yok olup gitmiyorlar!
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)