Hediye edici Tengri


Manevi ihtilaf niçin tam da Altay’da çıkmıştı? Cevap, Türk milletinin ruhunda.
Türk’ün ruhu, yani anlaşılmaz bir hayal dünyası ve esrarengiz semboller, işte bunlar manevi kültür zenginliğini doğurdular.
Eski Türklerde halkın refahı ve mutluluğu, nesillerin koruyucusu ruhların hakimiyetinde sayıldı. Ve insanlar, kendilerinin Sahip/Efendileri diye niteleyerek, onlara inandılar. Kimisi kuğuların ruhlarının hakimiyetine inandı; kimisi kurtların, ayıların, balıkların, geyiklerin ruhlarında himaye aradı.
Türkler, hep birlikte Yılan’a veya Ejderha’ya da saygı gösterdiler. (Zmeya-yılan, eski Türkçe’de “maga” veya “yılan”, ejderha “lu”, kertenkele ise “got” idi; anlaşılan, Avrupa’da Türklerden dolayı pekişmiş olan gotlar ismi, buradan çıktı.)
“Eski Türklerde bayrak ve ruh aynı şeyi temsil ediyordu”
Neslin efendisini, bayraklar üzerinde tasvir ettiler. Koruyucu-ruh, asıl bayraklar üzerinde yaşadı; onun için bayraklara karşı hususi bir tavır takınıldı. Bu arada, eski Altaylıların dilinde “bayrak” ve “ruh” kelimeleri, tamamen aynı biçimde ve bir manada kullanıldı.
Eski Türkler, kendi bayraklarını önce ölü hayvanların postlarından yaptılar. Sonra da kumaştan veya ipekten. Bayrağı yere düşürmek, büyük felaket; bayrağı indirmek, büyük utanç sayıldı.
Yılanın cihan-şümul bir tapınma nesnesi olması tesadüfi değildir. İnsanların ilk atası sayılan yılanın, onlara bilgelik ve bilgiler verdiği varsayıldı. Bu efsane, çok eski zamanlardan beri yaşıyor… Merkezi Asya’da, bugüne kadar yılana hususi bir saygı vardır; ona bayramlar adıyorlar; onun tasvirlerine her tarafta rastlamak mümkün…
Diğer milletlerin efsanelerinde, eski Türklerin sık sık “nagi” veya “yılan-insanlar” olarak isimlendirilmesi ilgi çekicidir. Yılan, efsanelere göre, yer-altı dünyasının hakimi idi. Onun için, ona itaat eden tanrılar (Yer-Su, Erlik, ve diğerleri), yer-altında yaşadılar. Ve insanlar, uzun süre, onlara, yani yer-altı dünyasının hakimlerine inandılar.
“Ellerinde demirden yapılmış aletlerle Türkler, ‘Dünyanın Efendisi Gök Tanrı’ dediler”
Yeni Tanrı –Tengri– tamamen başka bir dünyadandı. Gökyüzünden. İnsanlara onunla başka bir din-inanç geldi. Ve başka bir hayat! Ellerde demirden yapılmış aletlerle. “Dünyanın Efendisi – Gök Tanrı”, dediler Türkler…
Tabii ki, bu tür sözler herkesin hoşuna gitmedi. Karşı çıkanlar, yer-altı dünyasının hakimlerine olan eski inançlarını muhafaza ederek, Altay’ı terk edip gittiler… Böylece milattan önce V. yüzyılda İskitlerin (Sakların, Skoltların) tarihi başladı.
Onlar gittiler, Altay’da ise muazzam değişiklikler başladı ki bunlar, demirden yapılmış aletlerin yanında, olması gereken değişikliklerdi. Onları, Profesör Sergey İvanoviç Rudenko inceledi. İlim adamı, Pazırık kurganları kazılarını sürdürdü; orada gerçek hazineler buldu. Tabii ki, söz konusu olan altın ve gümüş değildi. Onun buldukları çok daha değerliydi. Bunlar, demire sahip olan Türklerin hayatını öğrenmeye imkan verdiler. Profesör Rudenko, toprak altından deliller çıkardı! Altaylıların elleriyle yapılan deliller. İşte onun çalışmasının güzel tarafı burası.
O, ilim sunağına, Çar’ın emrine göre hareket eden ücretli ilim adamları gibi boş sözleri değil, arkeolojik buluntuları sundu! En değerli hazine, şüphesiz, dizgin takımıydı. Onsuz at koşumu mümkün değildir. Toprak altındaki kurganlar, sadece deri kayışları/kemerleri değil, fakat demirden yapılmış gemleri de saklamışlardı. Dahası, süs olarak kullanılan demir haçları.
Bugün dizgin takımı, sıradan bir eşyadır. Onun Altay’da ortaya çıktığını çok az kimse biliyor. Onunla birlikte, Türk kültürü diye isimlendirilen yeni bir kültür doğdu… Görünüşte o, basit bir dizgin takımıdır, fakat yenilmez atlarıyla Türkleri Türk yapan da asıl odur! Dünyada kimse, atları o kadar zarif eyerlemeyi ve at üstünde dünyayı fethetmeyi başaramadı.
At, Eski Altay’ın sınırlarını araladı, uzak yolları açtı; taşımacılık, hayvan gücüyle yeni bir biçim aldı. Türk milleti, esas at sırtında ileriye, terakkiye koştu… Altaylıların yaşantısında pek çok yenilik ortaya çıktı.
Arkeologlar, Altay kurganlarında büyük kılıçlar, kılıççıklar ve hançerler, üzengiler ve örme zırh gömlekler, miğferler ve zırhlar buldular. Bunlar inandırıcı mı? Elbette. Dünyada hiçbir millet, böyle güzel aletlere sahip olmamıştır. Sadece Türkler. Onlar, Çin imparatorunun muazzam ordusunu, asıl bu sebeple bozguna uğrattılar… “Türk” sözü, Çin vekayi-namelerinde, işte bunun için yer aldı. Dahası, daha milattan önce IV. yüzyılda Çinliler Türklerin kıyafetlerini benimsediler; hatta pantolon giymeye başladılar. Sonra ata binmeyi öğrendiler…
“Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalade bir kabiliyet verdiğinin, hatta dünyada kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar”
Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalade bir kabiliyet verdiğinin; O’nun toprağı sürmeyi, hatta dünyada kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar… Dökme demirden sabanları (pulluğun atalarını), arkeologlar esas Eski Altay’da buldular!
Altaylılar, ürünü demir oraklarla topladılar, tahılı dövenle ayırdılar. Tarlalarda çavdar ve darı yetiştirdiler… Tohumu, topraktan yapılmış küplerde sakladılar. Ürün için yine ambarlar ve depolar, çuvallar ve sandıklar yaptılar. Hususi fırınlarda somun ekmekler pişirdiler. Onlar, güneşe benzemesi için, ekmeğe yuvarlak bir biçim kazandırdılar… Leziz ekmekler yapıldı. Mayalı, nar gibi kabuklu.
O zamandan itibaren, Altaylı insanlar kıtlığı unuttular.
Eski Türklerin evlerinde de değişiklikler oldu. Kurenler, yerlerini, sıcak ve rahat olan ağaçtan yapılmış izbelere bıraktılar (Türkçe “isi bina” – “sıcak yer”den “isba”). İzbelerin içine kerpiçten ocaklar yaptılar. Kerpiçten ocağı, bugün nedense “Rus’un/Rus icadı” görüyorlar… Kerpicin, Türklerin en başta gelen inşaat malzemesi olduğu unutuldu. (“Kirpeç”, Türkçe “ocakta/peçte pişmiş kil” demek.) Dünyada hiçbir millet, o sırada kerpiçten ve ağaçtan yapı yapmamış, düpedüz yapamamıştı.
Eski Türkler, her şeyde kendi yüzlerini muhafaza ettiler; onu yüzyıllar sonra bile karıştırmadılar. Mesela, kendi milli kıyafetleri sayesinde, dış görünüş bakımından diğer milletlerden farklı göründüler. Etli ve yoğurtlu yemekler, onların sofralarını başkalarınkinden ayırdı; kabarık kara ekmek, yiyeceklerini kendine özgü yaptı. Diğer kavimler ekmeği bile farklı pişiriyorlardı.
Giyecek ve milli mutfak, etnografyada fevkalade mühim şeylerdir. Atlı-kavimlerin kıyafeti ve yiyeceği, mesela, balıkçı-kavimlerinkinden tamamen farklıdır.
Altay’da, küçükten büyüğe herkes atlı idi. Yürüyerek gezmek ayıp sayılıyordu. Çocuklar önce ata biniyorlar, sonra yürümeyi öğreniyorlardı. Türk, atın yanı başında büyürdü. At, bütün hayatı boyunca onunla birlikteydi. Hatta mezara bile birlikte giderlerdi.
Dünyada ilk pantolonun, şalvarın, ökçeli-topuklu çizmenin atlı bir millette, Türklerde ortaya çıkmasının sebebi işte budur. Üzengili eyerler, demir kılıçlar, hançerler, mızraklar, şaşırtıcı derecede sağlam yaylar da esas savaşçı-atlılarda, yani Türklerde ortaya çıktı. Bu nesneler, diğer kavimlere düpedüz gereksizdi. Onlar, bunları kullanamıyorlardı.
Demirden yapılmış orakları, baltaları, dökme demirden pullukları, sıcak izbeleri, zarif sarayları, iki katlı evleri, at arabalarını, yaylı arabaları, kadarkaları ve daha nicelerini insanlığa çalışkan Türkler hediye ettiler.
İşte onlar, eski Türk kültürünün müşahhas başarıları! Ortada… Eski zamanlarda Altay’da şöyle derlerdi: “Her şeyi –iyiyi ve kötüyü, fakirliği ve zenginliği– sadece Tengri veriyor.”
Gerçekten de öyle.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

0 yorum:

Yorum Gönder