Gök Tanrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gök Tanrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayata Yansıyan Yönüyle Gök Tanrı İnancı


“Eski Türkler kut’un bir nur şeklinde gökten indiğini görürlerdi.”
Ziya Gökalp’e göre Türklerde “kut” kelimesi “mana”ya karşılık gelmektedir. Eski Türkler kut’un bir nur şeklinde gökten indiğini görürlermiş. Nur sütunu her neye değse onu kutlu (mana’lı) kılarmış.(1) İnsan evrende var olan “kut” ya da Yaratıcı kudret ile sürekli ilişki içinde olduğu bir asli duyguya sahiptir. “Kuran kaynaklı düşüncenin fıtrat dediği bu asli duygu, genel adıyla kutsal ve kutsallık duygusudur.”(2) Şu halde kut, fıtrat şeklinde de anlaşılabilir. Fıtrat, Kuranda başka bir şekilde, her yerde, her şeyde bulunabilecek kut’u anlatacak şekilde “sıbğa” yani Allah’ın boyası olarak da anlatılır.(3)
İlginçtir ki Türk dininde dört türü olan kut’u da dört renk temsil etmektedir.(4) Buna göre Türk dini hayatına renk veren husus “kut,” Kuranın tabiriyle “Allah’ın boyası”: “Allah’ın boyası(na bak!) Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim vardır? Biz işte O’na ibadet edenleriz.”(5) Kuran bu ayette, dine gerçek anlamda vaftizle girdiklerine inanan Hıristiyanlara cevap vermekte ve gerçek boyanın Allah’ın doğuştan insana verdiği temiz “boya” olduğunu açıklamaktadır. Çünkü Hıristiyanlık bozulmuş ve asli saflığından uzaklaşmıştır. Oysa insanın sadece bir fıtratı vardır ve o da her zaman ve zeminde hep aynı olan bir fıtrattır.(6)
Allahın Türklere vurduğu boyada, Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir bozulma söz konusu değildir. Bu durum, bozkıra has hususiyetlerle süregelen bozulmamış yaşam tarzlarından ve temiz fıtratlarından açıkça anlaşılmaktadır. Ancak bu fıtratın görülebilmesi için tabiatta, evrende ve kutun değdiği her şeyde var olan “kut”a değil, “töre”ye bakmak gerekir. Kutadgu Bilig’e göre ay gibi olan kut, görünür hale gelmesini töreye borçludur, fakat kaynağı Tanrıdır.(7) Töre ne kadar iyi tatbik edilirse, kut o kadar güçlenir.(8) Çünkü töre, kutun zuhur tarzı, dayandığı hükümler ve prensiplerdir.(9)
Bu noktayla alakalı olarak Gökalp, her büyük milletin uygarlığın bir sahasında en yüksek noktaya çıktığını, Türklerin de ahlakta birinci olduğunu tesbit eder.(10) Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türklerde törenin temellerini, hedeflerini ve buna göre siyasi ve sosyal hayatın idaresini Tanrı inancından kaynaklanan değerler şekillendiriyordu.(11)
Türkler, tabiatın zor şartları içinde yaşamak için verdikleri mücadelede tabiatın gerektirdiği karakteri de almışlardır. Açık bir şekilde “maddi ve manevi dayanıklılık, demir gibi bir irade, kendine güvenme, disiplinli olma, ileri görüşlülük, kararlılık ve kanaatkarlık belli başlı özellikleri haline gelmiştir.
Ayrıca, milli dayanışma anlayışının doğal bir sonucu olarak fedakarlık, bağlılık, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik, dürüstlük, cömertlik ve konukseverlik gibi meziyetler de onlarda çok erken dönemlerden itibaren gelişmiş ve yerleşmiştir.”(12) Bundandır ki bir taraftan “töre” ile düzenli işleyen devletler kurmuşlar, diğer taraftan da tabiatın gerektirdiği hayat tarzında “kut”u bulmuş ve yaşamışlardır. Diğer bir ifadeyle “Allah’ın boyası” Türklerde somut olarak törede, manevi olarak da kutta açıkça kendini belli etmiştir.
Buradaki dini tecrübeyi anlamak için Eski Türk dinindeki “kut” ve “töre” kavramlarını iyi anlamak gerekir. Kut, Gök Tanrının hayattaki uzantısıdır, Tanrının bir lütfudur. Kutadgu Bilig’e göre kut’u Tanrı verir, Tanrı yükseltir ve Tanrı kime kut vermişse onun işi yükselir, dünya onun olur. Töreyi de Tanrı verir, çünkü töreyi gerçekte vaz eden “Törütken” Tanrıdır.(13) Tanrı Türk Hakanlarını Türk töresini uygulamaları için tahta çıkarmaktadır. (14) Nitekim Türk hakanları Tanrıdan kut alır ve tahta otururlar. En başta M.Ö. 209-174’de Mete Han “Tanrı Kutu Tan Hu” unvanına sahiptir.(15) Bilge Kağan kut sahibi olduğu için tahta geçmiş ve başarılı olmuştur. Kut Tanrının bir bağışıdır. Irk Bitig’e göre hürmetle dua edip kut isteyene Tanrı kut, sürü ve uzun ömürler verir.(16)
Kut’u ya da kutsalı bu şekilde, geçmişten Türklerin Müslüman oldukları döneme kadar zaman içinde ve her ne kadar Müslüman oldukları döneme ait olsa da, geçmişe de göndermede bulunmaları bakımından ilk yazılı eserlerde de görmek mümkündür. Kutadgu Bilig’e göre kut, insan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi gösterir. Kut, Tanrının fazlındandır, menşe itibariyle Tanrıdan gelir. Kut, insandaki asli cevher (ruh); insanı insan yapan özüdür. Kut İlahi kaynaklı olduğuna göre, demek ki bu cevher de İlahi kaynaklıdır. Bundan dolayı, “kuta vurmak isteyen kendisi vurulur, onu ezmek isteyen kendisi ezilir.”(17) Çünkü “kut, insanın bir nevi özerk kudreti (nefs),”(18) bireysel varlığıdır. Kim özünü tutar (nefsine hakim olur), cevherini zararlı hırslardan arındırırsa kuta kavuşur. Kim de nefsine uyar, töre’nin yasakladığı, insani özellikleri öldüren işler yaparsa kut’u kaybeder. Kut, “erler eridir,” ona boyun eğmek gerekir, aksi takdirde ona kafa tutan kaygı ile güreşir, iç ahengi, “unsurlar arası dengesi” bozulur.(19)
Tanrı kime inayet ederse o ‘kut’a kavuşur, kutlu olur, iki cihanda da mutluluk bulur.
Kut aynı zamanda töre ile ilişkisi içinde manevi bir yol ve yöntem de içerir. Kut, töreye uymak suretiyle insandaki iç gücün harekete geçirilmesi mahiyetinde ortaya çıkar. Onu çıkarmanın yolu hikmet, bilgi, hizmet, iyilik yapmak, haya, adalet, yumuşak huy gibi hasletlere sahip olmaktan geçer. Kut geldikten sonra kişi doğru (köni, adil) hareket ederse bu hal ona siner, güzelliği eksiksiz olur. Kut’u korumak için kişi hayatını, hareketlerini, işlerini bu hale göre düzenlemeli ve özünü devamlı adalet ve doğruluk üzerine bulundurmalıdır. Ayrıca bu hasletlerin yanına başka unsurlarla birlikte “halkın duasını” yani güzel geçim ile manevi desteklerini almayı da eklemek gerekir. Ancak sonuçta Tanrının ihsanı olmadan kut elde edilemez. Tanrı kime inayet ederse o kuta kavuşur, kutlu olur, iki cihanda da saadet bulur.(20)

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 34.
(2) Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, Yeni Boyut Yayınları, 4. baskı, İstanbul, 1987, s. 11.
(3) Murtaza Mutahhari, Fıtrat Üzerine, Bengisu yayıncılık, İstanbul, 1992, s.16.
(4) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 34.
(5) Bakara: 138.
(6) Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 20.
(7) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Çev: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 65.
(8) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, s. 76.
(9) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Ankara, 1990, s. 7-8.
(10) Ziya Gökalp, “Türklerde Ahlak”, Türkler, c. 3, Ankara, 2002, s. 283.
(11) Süleyman Kocabaş, Tarihte Adil Türk İdaresi, Vatan Yayınları, İstanbul, 1994, s.10.
(12) Ekrem Memiş, Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi, Ekin Kitapevi, İstanbul, 2000, s. 314.
(13) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.
(14) İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, s. 57.
(15) Jean Poul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 44.
(16) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, s. 54.
(17) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.
(18) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, s. 54.
(19) (20) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.

Gök Tanrı ve dünyanın hakimi Türkler


Geleneksel Türk dininde “Gök Tanrı” inancı çok büyük bir öneme haizdir. Bu sebeple Türkler de siyasal iktidar ve egemenlik kaynağını doğrudan Tanrı’dan almaktadır.
Orhun Yazıtları’nda geçen Bilge Kağan’ın, “Tanrı irade ettiği için kağan oldum”(1) ve “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağan ile anam hatunu yükseltmiş olan Tanrı onları tahta oturttu”(2) ifadeleri bu gerçeği yansıtmaktadır. Bu ifadelere göre Kağan, tahta Tanrı’nın iradesiyle oturmakta, onun temsilcisi ya da elçisi olmaktadır.
Eski Türkler’de sadece kağanın Tanrı’nın iradesiyle tahta çıktığına inanılmamakta, ayrıca devletin ve toplumun yükseliş ve düşüşü, iktidar değişiklikleri ilahî himaye ve cezanın bir sonucu olarak görülmektedir. Örneğin Tardu Kağan, bir seferinde asker ve hayvanları arasında hastalık çıkmasını Tanrı’nın gazabına bağlamış, keza Çinliler’e yenilgi de ilahî kadere dayandırılmıştır. Göktürkler’in Çin’den ayrılarak bağımsız bir devlet kurmaları Gök Tanrı’nın iradesiyle gerçekleşmiş, kağan onlara Gök Tanrı tarafından verilmiş, ancak halk kağanını terk ettiği için Tanrı tarafından perişanlığa uğratılmıştır. Yine Tonyukuk’a da başarıları için gereken bilgiyi bağışlayan Gök Tanrı’dır. Savaşlarda Tanrı’nın iradesiyle zafere ulaşılmaktadır.(3)
Eski Türk dini, Gök Tanrı inancını ön plana çıkaran bir dindi. Türkler Gök Tanrı’nın yalnızca kendi uluslarını koruduğuna ve bütün dünyaya egemen kıldığına inanmaktaydılar. (4)
Orhun Yazıtlan’nda geçen “…Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerinde atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan tahta oturmuş”(5) sözleri, insan ırkları ve ülkeleri arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın, bütün yeryüzü topluluklarının ve topraklarının sadece Türk kağanlarının yönetimine verildiği inancını ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, “…Gök Tanrı istediği için tahta oturdum ve dört yandaki ulusları düzene soktum”(6) ve “…Gündoğusu’ndan Günbatısı’na kadar bütün kavimler bana baş eğerler”(7) sözleriyle de anlatılmak istenen aynıdır.
Bu çerçevede yeryüzü bir bütün olarak görülmekte, insanların da tek bir kitleden ibaret oldukları kabul edilmektedir. Bunların hepsinin üzerinde Türk hükümdarı bulunmaktadır.
Dünya egemenliği anlayışı soy, dil ve din bakımlarından insanları birbirinden ayırmamakta, bilakis onların kendi inançlarında serbest tutuldukları sosyal ve siyasal bir ortamı sunmaktadır.
Oğuz Kağan Destanı’nda da konuyla ilgili olarak şu satırlara rastlanmaktadır:  “..Ben Uygurlar’ın kağanıyım ve yeryüzünün dört-bir köşesinin kağanı olsam gerektir.” Bu ünlü destana göre, Oğuz Kağan gökten gelmiş ve yine kendisi gibi gökten inen bir kızla evlenmiştir. O, tahta çıkıp kağanlığını ilan ettikten sonra dört tarafta bulunan bütün kavimlere elçiler göndererek, “Ben artık bütün dünyanın kağanıyım” demiş ve hepsini kendine baş eğmeye ve bağlılığa davet etmiştir. Aynı destanda Oğuz Kağan’ın veziri Irkıl Hoca’nın Gök Tanrı’nm dünya egemenliğini kendisine verdiğini müjdelediği yazılıdır. Bunu, “…Ey kağanım, Gök Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın” sözünden anlayabilmek mümkündür.
“Türkler, dünyada ulus olma bilinci en erken uyanan toplumdur.”
Eski Türkler’de dünya egemenliğini yansıtan ve bir Uygur hükümdarının Gazneli Mahmut’a gönderdiği mektubun başlangıç bölümünde yer alan şu sözler hayli ilgi çekicidir: “…Göklerin sahibi Tanrı yeryüzü ülkelerinin ve birçok kavmin egemenliğini bize verdi.” Uygur hükümdarı o dönemde büyük bir devletin hükümdarı olmadığı halde, geleneksel “Türk Dünya Egemenliği” idealine bağlı kalmıştır. Kendisinin Gazneli Mahmut’a gönderdiği yay ve on ok da dikkat çekicidir. Dünya egemenliği arzusu ve inancı, Gök Tanrı’nın Türkler’i koruması ve onları başka uluslara üstün kılması prensibiyle birleşerek Türkler’de ulus olma bilincinin erken uyanmasında rol oynamıştır.
Kaynak: TÜRKLER’İN GELENEKSEL DİNİ ŞAMANİZM’İN ORTA ASYA ESKİ TÜRK KAMU HUKUKU’NA ETKİSİ
Dr. Aybars PAMİR (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.)
Alıntılar:
(1) (2) THOMSEN, Vilh.; Çözülmüş Orhun Yazıtları, (Çev.: Vedat KÖKEN), Ankara, 1993,.96.
(3) TURAN.Osman; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul, 1978, s. 104.
(4) ARSLAN. Mahmut; Eski Türk Devlet Anlayışı ve Çifte Hükümdarlık Meselesi, Fırat
Üniversitesi Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, Elazığ. 1990, s. 228.
(5) THOMSEN;a.g.e..s.88.
(6) THOMSEN;a.g.e.,s. 110.
(7)THOMSEN;a.g.e.,s. 124.

Sümerler ve Avrupa inancında Gök Tanrı’nın izleri


Eskimolar yüce tanrıların gökte oturduğuna inanır ve onu “Göksel Varlık” olarak çağırırlar. Bu tanrı, evrenin tek efendisi, kadiri mutlak tanrısıdır… İlkellerin ruhlara ettiği dualar karşılıksız kalınca bu tanrıya yönelirler. Kurban törenlerinde adanan hayvanın kafası ve kemikleri bu tanrıya sunulurken, ruhlara ve toprak ve yer altı tanrılarına yalnızca sıcak kan sunulurdu.
Moğolların yüce tanrısının adı “tengri”dir ve “gök” anlamına gelmektedir. Bu adlar ve unvanlar Ural-Altay’ın yüce tanrısının gökten geldiğini, hükümdar ve yaratıcı olduğunu ortaya koyarlar. Gökte, göğün yedinci, dokuzuncu ya da on altıncı katında oturur (Bay Ülgen). Tahtı göğün en yüksek yerinde ya da kozmik dağın zirvesindedir… Altaylılar “altın kapılı” ve “altın tahtlı” “Saray”dan (örgö) söz ederler. Tanrının oğulları ve kızları vardır ve şamanın vecd içinde gökyüzüne çıkarken karşılaştığı hizmetçileri ve habercileri vardır.
Gök tanrı kozmik ritimlerin ve toplumların dengesinin devamının ve dokunulmazlığının güvencesidir. “Han,” “Şef,” “Efendi,” yani “evrenin hükümdarı”dır. Sonuç olarak emirlerine uyulmalıdır (tanrının unvanlarında “komutan,” “düzenleyici” niteliği çok açıkça vurgulanır). Moğollar göğün her şeyi gördüğüne inanırlar ve yemin ederken “gök bilsin ki” ya da “gök görsün ki” derler. Gök işaretlerinde (kuyruklu yıldızlar, kuraklık vb) tanrısal emirleri ve sırları okurlar. Yaratıcı, öngörülü ve her şeyi bilen, kuralların bekçisi gök tanrı kozmokrattır (evrensel monark); doğrudan hüküm sürmez ama siyasal örgütler ortaya çıktığında dünya üzerindeki temsilcileri olan hanlar aracılığıyla hüküm sürer.
Cengin Han’ın mühründe de şunlar yazmaktadır: “Gökte tek Tanrı yerde tek Han. Yerin efendisinin mührü”… Gün ve şafak üstüne yemin edilir; “şafak vakti, gök kubbe, gök, yukarıda parlayan gök şahidim olsun ki” denir.
Gök-Yaratıcı-Evrenin-Hükümdarı üçlüsü kozmik düzenin güvencesi, yeryüzündeki yaşamın teminatı özelliklerinin yanı sıra, gök tanrılarının kendilerine özgü bir hükümdarları, gök tanrının etkinliği hükümdarlık mitiyle ve imparatorluğun varlığıyla pekiştirilmiştir… Genel olarak Ural-Altay topluluklarının büyük gök tanrıları başlangıçtaki özelliklerini öteki topluluklardaki gök tanrılarından daha iyi ve daha uzun süre korurlar. Hiyerogamiyi tanımazlar, fırtına ya da yıldırım tanrısına dönüşmezler: Ural-Altaylılar Kuzey Amerika mitolojilerinde olduğu gibi yıldırımı bir kuş biçiminde düşünürler, ama ona kurban vermezler. Büyük gök tanrıya saygıda bulunurlar, yiyecek elde etmek için ona dua ederler.
“Sümerler ve Hint-Avrupalıların gök tanrısı, proto-Türklerin tanrısına dayanıyor”
Mezopotamya
Sümer dilinde tanrı anlamında kullanılan sözcük Dingir‘in en eski anlamı bir gök epifanisidir: “parlak, ışık saçan”. (F. Hommel Sümerce’deki dingir “Tanrı” “ışık saçan” sözcüğünü Türk-Moğolca tengri “Gök,” “Tanrı” sözcüğüyle ilişkilendirmiştir. … Her durumda 1) Gök Tanrı’nın en eski proto-Türk uygarlıklarına ait olduğu, 2) Hint-Avrupalıların gök tanrısıyla benzerliğinin hayli çarpıcı olduğu, 3) Genelde Hint-Avrupalıların dinsel kurumlarının yapısının öteki tarih öncesi Doğu ya da Akdeniz uygarlıklarınkinden çok proto-Türklerin dinsel kurumlarının yapılarına yakın olduğu doğrudur.)
“Tanrı” sözcüğünü ifade eden ideogram (dingir olarak okunur),”göğü” tanımlayan ideogramla (ana, anu olarak okunur) aynıdır. Başlangıçta bu grafik işaret, bir yıldız hiyeroglifiydi; an(a), an(u) biçiminde söylenince hiyeroglif uzayın aşkınlığını ifade etmektedir: “yüce, yüce varlık”.
Kısa bir süre içinde bu hiyerofaniler soyut tanrı düşüncesinden (dingir) uzaklaşıp kişileştirilmiş bir tanrı düşüncesi etrafında yoğunlaştılar: Anu. “Anu”nun, sözcük anlamı “gök”tür ve IV. Bin yıldan önce ortaya çıktığı düşünülmektedir. Anu, gökte bir tahtta oturur, hükümdarlığın tüm nitelikleriyle donanmıştır: krallık asası, hükümdarlık tacı, başlık, baston. Tam bir hükümdardır ve krallığının işaretleri, mutlak egemenliğinin kaynağı ve güvencesidir; kral gücünü simgesel olarak Anu’dan alır. Bu nedenle yalnızca hükümdarlar Anu’nun adını anabilirler, sıradan insanlar tanrının adını anamazlar. “O tanrıların Babasıdır” (aba ilanı) ve “Tanrıların Kralıdır. “Baba” olarak adlandırılmasının nedeni ailevi bir bağ kurulmasından çok, hükümdarlık yetkisini vurgulamaktır.
Hammurabi kanunlarında “Anunnakilerin Kralı” olarak anılır ve en çok kullanılan sıfatları: “gök tanrı,” “gök baba,” “gök kral”dır. Krallık gökten inmiştir. Yıldızlar onun ordusudur, çünkü Anu evrensel hükümdar olarak savaşçı bir tanrıdır.

Kaynak: DİNLER TARİHİNE GİRİŞ
Mircea Eliade

Şamanizm değil, Gök Tanrı inancı


Türk kültürü binlerce yıllık geçmişe sahip zengin bir kültürdür. Orta Asya’nın bozkırlarından, Urallardan Altaylardan kopup gelen bu kültür; içerisinde pek çok dini sistemi, inanışı, felsefi düşünceleri, mistik yapıları ve geleneksel uygulamaları da barındırmaktadır.
Günümüze kadar Türk kültürü, üç büyük medeniyetin etkisi altında kalmıştır. Bunlardan ilki ve en eskisi olarak bilineni Orta Asya’da Eski Türklerin maruz kaldığı Çin medeniyetidir. Daha sonraki asırlarda özellikle 10. asırdan 18. asra kadarki süreçte İslamiyet ile birlikte Arap ve Fars medeniyetinin etkilerini Türk kültürünün değişik kollarında görmek mümkündür. Günümüzde ise 19. asır ile başlamış olan bir Batı medeniyeti etkisi vardır ve hala devam etmektedir. Bu üç medeniyetin büyük etkilerine rağmen Türk kültürünün günümüzde hala dimdik ayakta kaldığını görmemiz, kültür yapımızın ne kadar sağlam ve zengin olduğuna delil niteliğindedir. Tabii ki bu son iki bin yıllık süreçte kültür yapımız, sadece bu sözünü ettiğimiz üç medeniyetin etkisinde kalmamıştır. Ara dönemlerde ve farklı coğrafyalarda Türkler değişik din denemelerine gitmiş pek çok dini ve mistik yapılı inanış sistemlerini benimsemiş ve hayatında bunlara yer vermişlerdir. Hatta zaman zaman eski Türkler, geleneklerini ve törelerini dahi bu dinlerin ve mistik inanış sistemlerinin gölgesinde örgütlemişlerdir.
Orta Asya bozkırlarından günümüze dek gelen pek çok inanç ve inanış unsurlarının mevcut olduğu inancı, Anadolu kültür coğrafyasında hala yaşamaya devam ettiği düşüncesi, halkbilimi çalışmalarıyla ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi Türklerin ilk dini olarak bilinen Gök Tanrı İnanç Sistemi, varlığını günümüzde halk kültürünün kodları arasında, geleneklerimizde, göreneklerimizde, adetlerimizde ve sosyal ilişkilerimizde hala devam ettirmektedir.
Özellikle Türklerin asli dininin ne olduğu noktasında, çelişkili ve hatalı saptamalara gidilmiştir. Eski Türklerin Dini denilince bu konuda yeterli bilgisi bulunmayanların akıllarına ilk gelen isim Şamanizm olmuştur. “Asya, Afrika ve Amerika’da çeşitli etnoğrafik bağlamlarda bulunan karmaşık dinsel, büyüsel ve tıbbi uygulamalar bütününü ifade etmek için kullanılan terim”. Başlangıçta Sibirya ve iç-Asya’ya özgü bir inanç sistemi, yerel bir din olarak tanımlanan şamanizm, bu tür inanç ve pratikler bütününün evrensel adı haline gelmiştir” (Emiroğlu, 2003:758). Üstelik Şamanizm zikredilirken de Gök Tanrı İnanç Sistemi’nden yeterince bahsedilmemektedir.
Halbuki Gök Tanrı İnanç Sistemi kendi başına incelenmesi ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Gök Tanrı kültü, Atalar kültü, Yer-Su kültü ve Umay Ana kültü olmak üzere dört ana unsur üzerine bina edilen bu inanç sistemi ile hurafelere ve ilkel uygulamalara dayanan Şamanist inanışın arasındaki farkı görmemek mümkün değildir. Ancak buna rağmen günümüzde hala Şamanizm’in bir din olduğu fikri savunulmakta ve üstelik bu inanışın da Türklerin İslamiyet’ten önceki dini olduğu vurgulanmaktadır. İşte bu noktada yapılan çalışmaların bu muğlaklığı aydınlatmak gibi bir misyon üstlenmesi gerekmektedir. Yani
Türklerin Eski Dini söylenildiği gibi Şamanizm midir? Yoksa dört ana unsurdan müteşekkil olan bir inanç sistemi olan Gök Tanrı İnanç Sistemi midir?
Basit bir tarihi sıralamayla gidecek olursak; İslami devirden önceki Türklerin dini hakkındaki çalışmalar, XIX. Yüzyılda Rus araştırmacı W. Radloff ile başlamıştır denilebilir. Onun, Blatter aus Sibirien (Leibzig 1893, 2 cilt) adıyla yayınladığı ünlü eserinin ikinci cildinin önemli bir kısmı, bahis konusu yüzyılda Orta Asya’daki Türkler arasında mevcut Şamanizm’e hasredilmiştir. Burada görgüye dayanan önemli bilgi ve müşahedeler yer almaktadır. Eser, sonraki yerli yabancı birçok araştırıcının eski Türk dini hususunda ana kaynaklarından biri olduğu gibi, bu konuda Şamanizm tezinin benimsenmesinde başrolü oynamıştır denilebilir (Ocak, 1983). Yani Şamanizm’in Eski Türklerin dini olduğu fikri, Batılı ve yerli pek çok bilim adamının düşüncesinde bu eser sayesinde yerleşmiş olduğu bilinmektedir. 18. asır sonları ve 19. asır boyunca gerek araştırma zorlukları ve gerekse de bölgenin siyasi durumu, Orta Asya Türkleri ile ilgili çalışmaların çok sınırlı seviyelerde kalmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı bu bölgenin pek çok özellikleri ile beraber inanç-inanış yapısını ve bu yapının Orta Asya coğrafyasına dağılımını Sosyalist Rusya’nın yıkılmasına kadar öğrenememişizdir. İşte bu yetersiz bilgilerle yapılmaya çalışılan saptamalardan biri de; Şamanizm’in Türklerin Eski Dini olduğu saptamasıdır. “Türkiye’de ise, eski Türk dini üzerindeki çalışmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarındaki Türkçülük akımlarıyla beraber başlamış, ilk defa Ziya Gökalp bu konuda araştırmalar yapmıştır. O, belki de Durkheim’in etkisiyle eski Türklerin dininin Totemizm ve Natürizm safhalarından geçtiğini, sınırlı malzemesinden hareket ederek ileri sürmüştür. Fakat sonraları, eski Türklerin daha gelişmiş bir dini sisteme sahip olduklarını düşünerek buna Toyunizm adını vermiştir.

Kaynak: TÜRK KÜLTÜRÜ VE ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI İLİŞKİSİ
Arş. Gör. Dr. Serdar UĞURLU – Arş. Gör. S. Kürşad KOCA (Sakarya Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Türk Halk Oyunları Bölümü)
Alıntılar:
EMİROĞLU, Kudret ve Suavi AYDIN (2003), Antropoloji Sözlüğü, Sibel ÖZBUDUN
(Gelenek Maddesi) Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara
OCAK, Ahmet Yaşar, (1983), “Bektaşi Menakıpnamelerinde İslam Öncesi İnanç
Motifleri”,İstanbul, Enderun Kitabevi, s.21
 ————————————————————————————————–
Gök Tanrı dünyevi, Şamanizm mistiktir
Geleneksel Türk dininin temel unsurları düşünüldüğünde merkezde Gök Tanrının olduğu görülür. Gök Tanrı, dinin çekirdeği hükmünde onun esasını oluşturur. Diğer bütün unsurlar ise onun etrafında şekillenmiştir. Gök Tanrı, yere ve göklere hakimdir.
Güneş, Ay ve yıldızlar Tanrı değil, sadece kutsalı gösteren göstergelerdir. “Gök Tengri” Hun çağından itibaren Türk dini hayatında “Bir Tengri” tabiriyle İslami döneme kadar gelmiştir. Tengri’nin etrafında, Semavi dinlerde olduğu gibi yaratılmış çevre ya da diğer bir ifadeyle var olan evren bulunur.(1)
Gök Tanrı inancı, Şamanizm ile birebir aynı değildir. Bazı beraberlikler ve paralellikler oluşmuşsa da esasta birbiriyle bağdaşmaz ve genel çerçevede de örtüşmez. Çünkü Gök Tanrı önceden varolan, kendine has bir mahiyete sahiptir. Şamanizm ise insani tecrübelere ve göksel tezahürlere dayanır.
Gök Tanrı, gökyüzü olayları ve insani tecrübeyle açıklanamayacak kadar aşkın, ne özel ne de genel, hissi ve nesnel olmayan kendi içrekliğinde bir varlıktır.
Şamanizm ise sıradan olaylar ve daha çok dünyevi olgularla ilgilidir. Fakat Gök Tanrı dünyadan da tamamen uzak değildir. Bir defa kurulu düzenin kurucusudur.(2) Yasa koyduğu sosyal düzenin kılıcısı ve koruyucusudur.(3) Bunlar da nihayet göksel tezahür ve sıfatlarla açıklanabilir özelliklerdir.(4)
Şaman dünya görüşünün en belirgin özelliklerinden biri tabiatla cemiyetin bir bütünlük oluşturmasıdır. Bu nedenle Şamanizm’i bir doğa dini ya da atalar kültü olarak görenler olmuştur. Nitekim Ziya Gökalp Şamanlığı dış görünüşü itibariyle Natürizm olarak görür,(5) sosyal yapıya bakarak da “eski Türk dini (totemizm gibi) cemiyetperestlikti” der. Ona göre “her sosyal yapıya bir ruh düşer.”(6) Şamanlığın felsefesi bundan dolayı doğa hadiselerine ve doğaüstü varlıklara dayanır. Arada bu bağlantıyı kurmak gerekir.
Zira evrenle dünyamız arasında ezeli ve ebedi bir denge vardır. Şaman bu dengeyi gözeten, kozmik bilgileri yaşatan ve bunu insanlara ileten bir kişidir.(7)
Şamanizm, insanın ve dünyanın özel bir tasarımını içerir. İnsanlar ile tanrılar arasında özel bir bağ olduğunu varsayar veya insanlarla öte dünya arasında Şamanın ruhlarla ilişki kurduğunu ima eder. Çünkü insan bir beden ve ruhtan ibarettir. Doğadaki -dağ, ağaç gibi- tüm varlıkların da ruhları vardır. Ruh, “bedenin kabuğundan sıyrılabilen ve ölümden sonra da yaşamayı sürdüren görünmez bir özdür.”
Üzerinde yaşadığımız dünya da iki farklı yönüyle insana benzer. Bir yanda gördüğümüz ve kutsal olmayan bir dünya, öbür yanda ise sıradan insanların göremedikleri, mitlerin betimlediği öteki dünya.
Şamana düşen görev burada muhtemel her türlü dengesizliği önleme ve her türlü talihsizliğe karşı koyma işlevidir. Bilinçaltının karışık oyunlarına, insanın alt benliğinin karanlık tortularına karşı koymak durumundadır.
Şaman insanların başına gelebilecek talihsizliklere karşı onları ayıktırmakla, eğer gelmişse nedenlerini açıklamakla veya ahirde acılarını dindirmekle yükümlüdür. Bu anlamda Şamanizm “bir dizi eylemin altında yatan fikirler bütünüdür.”
“…”
Diğer taraftan Şamanizm ile Türklerin inancı arasında şaşılacak bir uyum da meydana gelmiştir. Şamanizm, ekstaz, ruhun gezip dolaşması, tanrılarla bağlantı kurması noktasında eski Türk toplumunun tabiata atfettiği gizli kuvvetleri istismar etmiş, yine de yavaş yavaş gelişerek, getirdiği yeni unsurlarla bütün bir maneviyat aleminin içine yerleşerek sağlam bir din görünümü kazanmıştır. Özellikle atalar kültü, kartal inancı, demircilik ve at kurbanına belirgin bir Şamanik karakter vermiştir.(8) Şamanizm bu kadar başarılı bir olgu ortaya koyduğuna göre onda özgün bir takım unsurlar da olmalıdır ki yaşayabilsin.
Şamanizm’in menşeini Güney Asya etkilerinden ayrı olarak Kuzey Asya’ya bağlayanlar da olmuştur. Buna göre Şamanizm, kuzeye has iklim koşularında, şiddetli soğuğun, uzun gecelerin ve ıssızlığın karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Bu bağlamda Şamanizm’i yöresel bir takım hastalıklarla açıklamak isteyenler olmuştur.(9)
Şamanizm aslında kendi içinde çeşitli ve özel bir maneviyat, geniş bir dünyadır. Ruh bilimci olarak yaklaşıldığında onu bir bunalım, histeri veya sara’ya benzer bir hastalık hatta norm-dışı eğilimler taşıyan gerileme içindeki bir pskhye’nin (nefsin) kendini dışa vurması olarak saptamak mümkün görünebilir.(10) Fakat bu bariz bir hata olur. Bu belirtiler, sıra dışı özelliklere sahip Şamanın bir “içsel çağrılış”ı veya “dini bunalım”ı olarak anlaşılmalıdır. Çünkü ait olduğu toplumda seçkin bir yere sahip Şaman ancak bunları bilebilir ve birçok dinin mistiği gibi gerektiğinde kullanmak için el altında bulundurur.
Esrime tekniğini sağlayan bir “içsel çağrılış” ya da esrimede bir “içgörü” daima buradan anlaşılmaktadır. Şamanizm, ilkel toplumların sihirbazlarından farklı bir yöntem ve uzmanlık içerir. Ayrıca esrimesi göğe yükselme ve yere inme girişiminde bulunulan özel bir esrimedir. Şamanın ruhlarla ilişkisi de ecinnilerin durumundan tamamen farklı olup, o kendi ruhlarına egemendir, insan olmakla beraber ölülerin, cinlerin, doğanın ruhlarının aleti olmaksızın onlarla iletişim kurmayı başarır. Dolayısıyla onu normal olarak din bilinen şeyden yana değil de, mistiklerin arasına koymak gerekir.

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Yaşar Kalafat, Altaylardan Anadolu’ya Kamizm Şamanizm, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2004, s.
19; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, c. 1, s. 425-426.
(2) Üze kök tengri asra yagız yir kılundukta ikin ara kişi oglı kılınmış. (Üstte mavi gök, altta yağız yer
kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış.) Muharrem Ergin, Orhon Abideleri, s.67
(3) Tengri yarlukadukın üçün özüm kutum bar üçün kagan olurtum. (Tanrı buyurduğu için, kendim
devletli olduğum için, kağan oturdum.) Muharrem Ergin, Orhon Abideleri, s.66
(4) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 147-148.
(5) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 27-28.
(6) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 27.
(7) Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006, s. 22.
(8) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 289.
(9) Ünver Günay, Harun Güngör; Türk Din Tarihi, Kayseri,1998. s. 119.
(10) Mircea Elade, Şamanizm, s. 8.

Demir’in keşfi Gök Tengri’nin Türkler’e En Büyük Armağanı


Türkleri diğer kavimlerden, şüphesiz, sadece sanat değil, fakat dünyayı tanıma isteği de ayırmaktaydı. Onlar, seyahat etmeyi, tabiatı tanımayı seviyorlardı; onun esrarengiz hadiselerine izahlar aradılar.
Bu, kışın şiddetli ayazları ve yazın dayanılmaz sıcaklarıyla güçsüzler için müsait olmayan bir iklimin bulunduğu dağlarda yaşama hususunda onlara yardım etti. Pek çetin Altay, sadece akıllı ve bilgili insanlar için baba evi, ata yurdu olabilirdi.
İşte yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce, burada, Altay’da, bir mucize olmuştu. Daha doğrusu, tam bir mucize olmamış, sadece, üstün kabiliyetli bir millet ile er veya geç olması gereken bir mucizevi değişiklik vuku’ bulmuştu.
Kısacası, birisi, parlak bir çizgi gibi gökyüzünün çizildiğini ve yere bir yıldızın düştüğünü gördü. Bu bir meteor, büyük siyah bir taş idi. Semavi misafir, fark edilmeden kalmadı; Temir adlı bir kişinin çok ilgisini çekti…
Böylece (belki, hiç de böyle değil) eski Türkler, ilk defa demir hakkında, o “semavi metal” hakkında bilgi sahibi oldular; çünkü yere düşen meteor, demir idi.
Tabii ki, insanlar meteorları eski zamanlardan beri biliyorlardı; binlerce kez onları görmüşlerdi. Bilenler sadece Altay’da değildi. Mesela, Eski Mısır’da meteorlardan, müthiş dayanıklı bıçaklar yapmışlardı; bunlar altından daha değerliydi. Sadece hükümdarlar demirden silahlara sahip olabilirlerdi.
Altay’da, Temir adlı bu özbeöz Türk, dünyada hiç kimsenin aklından geçmeyen bir şey yapmayı öğrendi. Demir üreten bir metalürji ocağı, bir fırın icat etti.
Bu, insanlığın muhteşem icatlarından biriydi. Bu ancak tekerleğin bulunuşuyla mukayese edilebilir; onun neticeleri bile sıralanamaz. Dünya tarihinde bu tür buluşlar topu-topu iki-üç kez oldu. Onlar olağan-üstüdürler. Dahiyanedirler!.. Ebedidirler. Diğerlerini onlarla kıyaslamak kolay değildir.
Temir’in sayesinde, demir insanlara kolay anlaşılır hale geldi. Türkler “Sopa silahlı düşmana karşı, demir kalkan hazır” dediler, o zamandan beri. Demirin yapılış sırrı, Türk milletinin başlıca sırrı, onun kalkanı oldu.
Metalürji ocağı/fırınının sırrını ağızdan ağıza, babadan oğula naklettiler. Bu konuda sadece en güvenilir aileler bilgi sahibi oldular. Bu insanlara, yabancılar yaklaştırılmıyorlardı bile. Demirciler ve metalürji uzmanları, her zaman, Türk milletinin, belki en önde gelen mücevherleri, hazineleri oldular!.. Mesela, metalürji uzmanının oğluna -kazaen de olsa rüyada karısına ağzından bir şeyler kaçırmasın diye-, metalürji uzmanı olmayan bir sınıftan kızla evlenmek yasaktı.
Mahir demirciler, azizlere eş değerde idiler. Bunda bir haklılık payı da vardı. Zira, demirle Türklere görülmemiş bir refah gelmişti. Onlar, dünyanın en güçlü ve en zengin milleti olmuşlardı. Her tarafta bronz çağı hakimken, sadece Türklerde, demir, gündelik hayatın bir parçası haline gelmişti.
İnsanlar, Temir’in basit taşlardan (daha doğrusu, demir cevherinden) elde ettiği kıymetli demir külçelerini ellerinde tutarak, “Temir’e bu parlak fikri kim verdi?” diye sordular. Hep birlikte, “ona iyi kalpli Gök Tanrı verdi,” diye düşündüler.
İyi kalpli Tanrı, Altayların koruyucusu oldu. Onu, Türkçe “Gök Tanrı” veya “Ebedi Mavi Gök” manasına gelen Tengri diye adlandırdılar. Tengri, o zamandan beri Türkleri korudu, onların millet olmalarına yardım etti.
O, Eski Altay’a, insanları dürüst/dindar bir hayata sevk eden sevgili oğlu Geser’i gönderdi… Geser, Yeryüzünde ilk Peygamberdi. O, Gök Tanrı’nın Elçisi, insanlara Tanrı’yı anlattı.
Merkezi Asyalı milletlerde Geser ve onun güzel fiilleri hakkında pek çok efsane muhafaza olunmuştur. Gerçekten, yüzyıllar içinde, Geser’in ismi biraz biçim değiştirmiştir ki, bu, milletlerin tarihinde nadir şeylerden değildir. Şimdi Türkler, onu, daha çok Keder veya Hızır olarak isimlendiriyorlar. O, halkın hafızasında Gök Tanrı imajıyla birlikte muhafaza olunuyor.
O, bilge ve yeryüzünde hayatın kaynağının muhafızıdır. O, kimi insanların, asasına dayanan sakallı bir ihtiyar, kimilerinin de sıhhatli ve güçlü bir delikanlı olarak gördükleri ölümsüz kahramandır.
İlgi çekici olan şu ki, Hızır (Keder veya Kederles [Hızır-İlyas]) tipine, bugün dünyanın pek çok halkında rastlanıyor. Ne var ki, hepsinde değil, sadece eski Türk kültürü ile, Tengri ile sıkı bağları olanlarda… Bu, aydın bir insana çok şey anlatıyor.
Geser hakkındaki efsanelerde, Altay dağlarına refah ve mutluluğun geldiği, yeryüzünün ilkel şeytanlardan arınmış olduğu aydınlık çağ hakkında anılar çınlıyor. Altaylılar, o zaman, zengin demir cevheri yataklarını buldular, şehir ve kasabalar inşa etmeye başladılar. Gök Tanrı’yı öğrendiler… Hayat onları tanınmaz bir biçimde değiştirdi.

Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Gök Tanrı dininin kutsal öğeleri

Gökteki Kutsal Nesneler
Güneş, ay, ateş ve su, Tengri’nin kudretinin sembolleridir. İnsanların Gök’e dua ederek elde ettiklerine inandıkları “Buyan” adlı enerji, güneşin göğün neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. Bu yüzden yılın en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler en önemli bayramlardır. Bununla birlikte en fazla buyanın yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır.
Yılbaşı, 21 Aralık’tan sonra gelen ilk yeni ayda, “Kızıl Güneş Bayramı” 21 Haziran’dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Venüs gezegeninin Türklerdeki adı “Erklik,” Moğollar’daki adı “Tsolman”dır. “Ateşli ok” denilen yıldız kaymalarını ve yeryüzüne düşen meteorları Erklik Han’ın gönderdiğine inanılır (Erlik Han ile karıştırılmamalı). Büyük ayı yıldızlarına Moğollar’da Doolon Obdog (“Yedi Yaş Damlalı Adam”) derler. Gök’ün Ülker yıldızlarına bağlı olduğuna ve Ülker’in etrafında döndüğüne inanılır. Beyaz Ay bayramında 14 adet tütsü yakılır. Bunların ilk yedisi “Yedi Yaş Damlalı Adam” ve diğer yedisi Ülker içindir.
Üç-Dünya kozmolojisi
Gök Tanrı inancında gerçek âlemin yanında bir “gök âlemi,” bir de “yeraltı âlemi” vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran “Dünyalar Ağacı”dır.
Gök âlemi ve yeraltı aleminin yedişer katı vardır (bazen yeraltı 9, gök de 17 kat olarak geçmektedir). Şamanlar bu âlemlere yolculuk yapmak için birçok girişler tanırlar. Bu âlemlerin katlarında, aynı yeryüzündeki insanlar gibi bir hayat sürdüren varlıklar vardır. Onların da kendi saygı gösterdikleri ruhları ve şamanları vardır. Bazen bu varlıklar yeryüzünü ziyaret ederler ama insanlara görünmezler. Sadece ateşin garip bir cızırtısında ya da bir tilkinin havlamasında kendilerini belli ederler ve şamana görünürler.
Yeraltı âlemi (“Yerlik”)
Yeraltı âleminin yeryüzü ile çok benzerlikleri vardır ama yeraltı halkının insanlarda olduğuna inanıldığı gibi 3 ruhu değil, sadece 2 ruhu vardır. Onlarda, vücut ısısını üreten ve nefes alınmasını sağlayan “ami ruhu” eksiktir. Bu yüzden çok beyaz tenlilerdir ve kanları çok koyu renklidir. Yeraltı âleminin güneşi ve ayı çok daha az ışık verir. Yeraltında da ormanlar, ırmaklar ve yerleşim yerleri vardır.
Yeraltı âleminin efendisi Erlik Han’dır (Moğolca: Erleg Han). Erlik, Tengri’nin bir oğludur. Yeraltında yeniden doğmayı bekleyen ruhları da Erlik Han kontrol eder. Eğer hasta bir insanın “süne ruhu” daha ölmeden yeraltı âlemine kayarsa bir şaman, Erlik Han ile pazarlık yaparak onu tekrar geri getirebilir. Eğer bunu başaramazsa hasta ölür.
Gök âlemi
Gök âleminin de yeraltı alemi gibi yeryüzü ile benzerlikleri vardır ama bu âlemde insanların ruhları bulunmaz. Bu âlem yeryüzünden çok daha aydınlıktır. Bazı rivayetlere göre yedi tane güneşi vardır. Yeryüzündeki şamanlar bu âlemi ziyaret edebilirler. Burada sağlıklı, hiç dokunulmamış bir doğa vardır ve buranın yerlileri atalarının geleneklerinden hiçbir zaman sapmamışlardır. Bu âlem Tengri’nin diğer bir oğlu olan Ülgen’in himayesi altındadır.
Bazı günlerde Gök âleminin kapısı aralanır ve ışığı bulutların arasından parlar. Bu anlar, şaman dualarının en tesirli olduğu anlardır. Bir şaman, kendisini gök âlemine götüren hayali yolculuğunu bir kuşun, geyiğin ya da atın sırtına binerek, ya da bu hayvanların şekline girerek gerçekleştirir.
Dünya görüşü
Gök Tanrı inancına göre dünya sadece üç boyutlu bir ortam değil, aynı zamanda durmadan dönen bir çemberdir. Her şey bu çemberin içine bağlıdır ve çember durmadan eskir ve yenilenir. Dünyanın üç boyutu, güneşin hareketi, durmadan hareket halinde olan mevsimler ve bütün yaratıkların ölümden sonra tekrar doğan ruhlarından oluşur.
İnsanların üç ruhu
Tengricilikte, insanların ve hayvanların birden çok ruha sahip olduklarına inanılır. Genelde her insanın üç ruha sahip olduğu kabul edilir ama ruhların isimleri, özellikleri ve sayıları bazı kavimlerde farklı olabilir: örneğin, Sibirya’nın kuzeyinde yaşayan ve bir Moğol halkı olan Samoyetler, kadınların dört, erkeklerin beş ruha sahip olduklarına inanmaktadırlar.
Ruh türleri
Kuzey Amerika’da, Orta ve Kuzey Asya’da araştırmalarda bulunmuş olan Paulsen ve Hultkratz bu ruh inancının bütün halklarda aynı olan iki ruhunu şöyle açıklamışlardır:
- Nefes, hayat ya da beden ruhu
- Gölge ruhu/serbest ruh
Bunların yanında kavimden kavime değişen “kısmet ruhu,” “koruyucu ruh” ve bir de “çocuk ruhu” inancını tarif etmişlerdir. Yeni doğan bir çocuğun “Omi ruhu” olduğuna ve bu çocuk bir yaşına girdiğinde bu ruhun “Ergen ruhu”na dönüştüğüne inanılır. Ayrıca aynı kavme ait olan insanların bir “kolektif ruh”a sahip olduklarına inandıkları tespit edilmiştir. Bu “kolektif ruh” inancı, aynı türe ait olan hayvanlara da yansıtılır. Yani, aynı türe ait olan hayvanların büyük bir toplu ruha bağlı olduklarına inanılır.
Ruh adları
Türklerde ve Moğollarda insan ruhları için birçok farklı isimler bulunur ama bunların özellikleri ve anlamları henüz yeterince araştırılmış değildir.
Türklerde: Özüt, Süne, Kut, Sür, Salkin, Tin, Körmös, Yula
Moğollarda: Sünesün, Amin, Kut, Sülde
Jean Paul Roux, bu ruhların yanında, bir de Uygurlar’ın Budist dönemlerinden kalan yazılarda sözü edilen “Özkonuk” ruhuna dikkati çeker.
Moğolistan’a araştırmalar yapmak için gidip sonunda hayatını Tengriciliğe adamış ve “Sarangel Odigen” adıyla Şamaniçe olarak Moğolistan’da vefat eden bilimci Julie Stewart, Tengricilik hakkında yazdığı makalelerinden birinde ruh inancını şöyle tarif etmiştir:
Amin ruhu: Nefes almayı ve vücut ısısını sağlar. Amin ruhu tekrar canlandırır. (Bu ruhun Türklerdeki adı “Özüt” olsa gerek. Kaşgarlı Mahmud, yazdığı Divân-ı Lügat-it Türk adlı eserinde “Özüt ruhu”nu nefes ruhu olarak tarif etmiştir).
Sünesün ruhu: Vücudun dışında, suya gider, suyun içinde hareket eder. Aynı doğadaki su çemberi gibi bir varlık sürdürür. İnsan ölünce yeraltı dünyasına iner. Tekrar dünyaya gelmesi gerektiğinde, bir kaynaktan çıkar ve bebeğin içine girer. (Türklerde “Süne ruhu”).
Sülde ruhu: Bir insana kişiliğini veren ruh. Benlik ruhu. Diğer ruhlar insan vücudunu terk ederse sadece baygınlığa, benliğini yitirmeye ya da komaya yol açarlar, ama eğer bu ruh vücudu terk ederse insan ölür. İnsan ölünce doğada bir cisme girer ve Yer Su ruhu olur. Tekrar dünyaya gelmez.
Hayvanların iki ruhu vardır. Hayvan öldüğünde bunlardan birisi tekrar dünyaya gelir ve diğeri doğaya yerleşir. Hayvanlar yeniden dirilebilen bir ruha sahip oldukları için, onlara da saygılı davranmak ve eziyet etmemek gerekir.
Kut, Tengrikut ve Iduk
Kut: Tengrinin sadece hükümdarlara verdiği güçlü bir ruhtur. Tengri bu ruhu bir kağana, uygun gördüğü zaman verir ve yine uygun gördüğü zaman geri alır. Bu ruha sahip olan bir kağanın unvanına “Tengrikut” eklenir.
Iduk: Umay’ın, Yer Su’ların ve bazı diğer dişi cinsiyetli kutsal varlıkların ismine katılan bir ektir ve henüz yeterince araştırılmamıştır. Jean Paul Roux’un fikrine göre, “Kut”un dişi varlıklara verilen uyarlamasıdır.
Diğer kutsal varlıklar
Tengri’nin yanında Tengriciliğin coğrafyasında en yaygın ve en tanınmış kutsal varlıklar şunlardır:
Umay (Iduk Umay ya da Tenger Ninyan da denir): Bereket tanrıçası. Tengri’nin kızı.
Ülgen (Altaylar’da Adakutay, Yakutlar’da Ak Toyun): Tengri’nin oğlu. Gök âleminin (cennetin) efendisi.
Erlik Han (Yeraltı âlemi=Yerlik/Erlik): Tengri’nin oğlu. Yeraltı âleminin efendisi.
Günümüzdeki Yakutlar ve Altaylar yukarıda sayılan dört tanrısal varlığın yanında ayrıca şu kutsal varlıkları tanımaktadırlar:
Kayra Han: Altaylılarda yüksek derecede bir tanrı. Gök’ün en yüksek katında, altın bir sarayda, altın bir tahtta oturduğu anlatılır. Altayların yaratılış efsanesinde hatta insanların yaratıcısı olarak gösterilir.
Ayzıt ya da Aykız: Aşk, güzellik ve Ay tanrıçası. Gök’ün 3. katında oturur. Kamlar alkışlarında (alkış= Dua) inanılmaz güzelliğini methederler.
Gün Ana: Güneş tanrıçası. Güneş ile birlikte Gök’ün 7., yani en yüksek katında oturur.
Ay ata ya da Ay dede: Ay tanrısı. Ay ile birlikte Gök’ün 6. katında oturur.
Alasbatır: Ev hayvanlarının koruyucusu.
Ancasın: Yıldırımların efendisi.
Su İyesi: Suda yaşayan güzel peri kızlarıdır.Kendilerini yılana ya da kuşa çevirebilme yetenekleri vardır.
Taş Gaşıt: Kısmet tanrısı.
Andarkan: Ateşin efendisi. Eski Kırgızlarda bir bitki tanrıçası aynı isimi taşıyordu.
Satılay: Kötülük tanrıçası. İnsanların dengesini bozar, yoldan çıkarır ve ruh hastalıkları getirir. Çaresiz insanları intihar etmeye ikna eder.
Kış Han: Kışın efendisi.
Arah, Toyer, Tarila, Sabıray: Yeraltı âleminde, insanların ruhları hakkında kararlar veren hakim derecesindeki ruhlar.
Gölpön Ata: Koyunların koruyucusu.
Erdenay: Haberci. Tanrıların insanlara bildirmek istedikleri iyi kararları insanlara ileten ruh.
Kambar Ata: Atların koruyucusu.
Od Ana: Ateşin ve ocağın tanrıçası.
Doğa ruhları
Tengricilikte doğa ruhlarla doludur. Bu ruhlar bulundukları yerlere ve özelliklerine göre kategorilere ayrılırlar. Bunların isimleri Tengrici halkların farklı dilleri ve lehçelerine göre değişebilir. Ama bunlar genel olarak iki büyük gruba ayrılabilirler:
Gök ile bağlantısı olan ruhlar: Bunların adlarına çoğunlukla “kök-” (mavi) ya da “-tengri” (gök) kelimeleri eklenir.
Yer ile bağlantısı olan ruhlar: Bunlar toplu olarak Türklerde “Yer su” ve Moğollarda “Gazriin ezen” olarak adlandırılırlar.
Şamanlar birçok ruhu kontrol edebilir ama bazı gök ruhları o kadar güçlüdürler ki bir şaman onları etkileyemez. Bir ruh sadece, denge bozulduysa ve düzeltilmesi gerekliyse rahatsız edilebilir. Önemsiz meseleler veya sırf merak için rahatsız edilmemeleri gerekir. Moğollarda Tengri’nin yanındaki en güçlü kutsal varlıklar, Gök’ün ayrı yönlerinde bulunduklarına inanılan dört kudretli gök ruhlarıdır. Moğollar bunların adlarına da “-tenger” (gök) eklerler:
Erleg Han (Erlik Han), yeraltının efendisi. Doğu-”tenger”i.
Usan Han, su ruhlarının efendisi. Güney-tengeri.
Tatay Tenger, kuzeyden çağrılır. Fırtınaların, yıldırımların ve hortumların efendisi.
Moğolların bu gök ruhları çok güçlüdür ve etkilenemezler. Şamanlar onlardan sadece bir ayinde yardımcı olmalarını rica edebilir. Bu ruh gruplarının dışında bir de Çor (Moğolca: Çotgor), Ozor, Ongun, Körmöz ve Burhan ruhları vardır.

Yer su (Moğolca: Gazriin Ezen, Yakutca: Ayy): Yer ile bağlantısı olan doğa ruhları. Bir dağın, gölün, ırmağın, kayanın, ağacın, köyün, binanın; hatta bütün bir ülkenin ruhu olabilirler.
Çor (Moğolca: Çotgor): Dengeyi bozan, bedensel ve ruhsal hastalıklar getiren kötülük ruhları. Bazı Çor’lar ölmüş insanların, yeraltı aleminin yolunu bulamamış olan Süne-ruhlarıdır. Bu takdirde bir şamanın bu ruhu tekrar yola getirmesi gerekir. Diğer kötülük ruhları tekrar canlandırma çemberinin dışında dururlar ve sonsuza dek doğada dolaşırlar. Şamanlar bu ruhları etkileyip iyi bir yardımcı ruh haline getirebilirler.
Ozor ruhları, Ongun ruhları ve Burhan ruhları çoğunlukla iyi ruhlardır, ama zaman zaman sorun da yaratabilirler. Ozor ve Ongun ruhları bazı ataların bir süre boyunca doğada dolaşan Sülde ruhlarıdır. Bu ruhlar şamanların törenlerinde en önemli yardımcılarıdır.
Körmöz (Moğolca: Utha): Ölmüş şamanların ruhlarıdırlar. Körmözler daima canlı şamanların yanında bulunur, onlara yol gösterip yardımcı olurlar. Körmözler birçok şaman kuşaklarının tecrübesine sahiplerdir. İyi ve kötü Körmözler vardır. Ayrıca Körmözler yeni ölen insanların ruhlarına yol gösterirler ve onları gitmeleri gereken yere götürürler.
Burhan: Burhanlar çok güçlüdürler ve bir şaman onları etkileyemez. Eğer bir insanı hasta ettilerse, sadece hastayı rahat bırakmalarını rica edilebilirler. Sadece çok güçlü bir yardımcı ruhu olan bir şaman, Burhan ruhunu kontrol edebilir. Bu uygulamadan sonra o Burhan bir Ongun’un içinde tutulan Ongun ruhu olur.