Türk Kültürü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Kültürü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kavimler Göçü döneminde Avrupa ve Türk Kültürü

ROMA’NIN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ
Kıpçaklar, sakin ve rahat hareketleriyle Romalı yöneticileri dehşete düşürdüler. Kendine güvenen atlılardan korktular. Ve ilk uygun fırsatta zarar vermek isteyerek, onların arkalarından casusluk yaptılar. Fakat, zahiren her şey tamamen yolunda görünüyordu.
Mesela, 312 yılından itibaren Deşt-i Kıpçak’a gönüllü olarak haraç ödemeye hazır olduklarını kendileri söyleyen Grekler, Kıpçaklardan övgüyle söz etmekteydiler. (Kıpçaklar, eğer onların ordularında hizmet etmekte, tarlalarını işlemekte iseler, nasıl övgüyle söz edilmez, nasıl yaranılmaz, nasıl ödeme yapılmaz.)
Roma da haraç ödedi. Fakat bunu hiç de kendisi isteyerek yapmadı.
380’li yıllarda, Roma (Batı) imparatorluğunun kuzey sınırlarının yakınında bozkırlıların ilk yürüyen evleri göründüler. Çağdaşlar, tam da bu tarihe işaret ediyorlar. Demek ki, o sırada, burada ilk Türk yerleşim yerleri ortaya çıktılar.
Kıpçaklarla komşuluk, önceleri Romalıları çok korkutmuştu. Fakat yıllar içinde her şey değişti. Korkmayı bıraktılar. Roma, Bizans örneği üzere, Doğu’lu göçmenlere yaklaşma yollarını aramaya başladı. Ve buldu.
Bu hızlı oldu. O sırada Kıpçaklarda kıtlık, iki yıl sert bir kuraklık olmuştu. Açlık, insanları, ot gibi, “biçiyordu”. Romalı tüccarlar, tilkilerin kümeslere dadanması gibi, yeni Türk sitelerine dadandılar. Onlar, Kıpçakların açlıklarından kazanç sağladılar: Onlara bayat ürünlerini sattılar.
Sadece altın karşılığında sattılar. Ailelerde altın bitince, bu tüccarlar, gebermiş Roma köpeklerinin etleriyle Türk çocuklarını değiş-tokuş ettiler. Anne-babalar, böyle bir değiş-tokuş için bizzat gittiler; açlık yüzünden ölmekten kurtuluşun tek çıkar yolu olarak gördükleri için, çocuklarını köleliğe kendileri verdiler.
Vakıa iğrençti. Çirkindi. Ne var ki, bu, Romalıların ahlakını, hakiki yüzlerini gösteriyor.
Türkler, bu felakete sabır ve metanetle dayandılar. Onlar, tüccarları yağmalayabilir veya kovabilirlerdi; fakat böyle yapmadılar. Dişlerini sıkıp, dayandılar… Söz arasında, bu yıllarda Roma, “katılikom” –yani Türklerin müttefiki– ismiyle Grek hristiyanlığını kabul ettiler. Türklerin felaketlerinden kar ettiler.
Bu “müttefik” her şeyi yapabilecek durumdaydı. O, artık Bizans’a tabi idi; fakat bütün dünyadan nefret ediyordu. Bilhassa Roma’yı eski kudretinden mahrum bırakmış olan Kıpçaklardan. Romalılar, açıktan savaşı bırakıp gizli mücadeleye başladılar. Bu mücadele yüz yıldan fazla sürdü. Burada galip geldiler: Türkleri hilkat garibeleri, vahşiler ve hatta “vahşi hayvanlar gibi yemek yiyen” göçebeler şeklinde göstererek, gelecek nesiller önünde onlara iftira ettiler… Bu kulis mücadelesinde pek parlak bir başarı sağladılar.
“Vahşi hayvanlar gibi” nasıl yenilebilir? Anlaşılan, çok basit. Kaşık veya çatalı ele almak gerek; Türkler, bıçağın da yardımıyla, böyle yiyorlardı (bıçak, daima, hançerle birlikte kınındaydı). Vahşi hayvanlar gibi (!) yemek yemeden önce, ibrikten ellerini yıkamaları ve onları havlularla kurulamaları gerekiyordu. İşte hepsi bu.
Oysa Avrupalılar çatalla bıçağı duymamışlardı bile. Onlar, vahşi hayvanlar gibi (!) değil, elleriyle yiyorlardı. Mesela, Romalı devlet adamları, evlerinde Arap oğlanlar bulundururlar ve yemekten sonra, yağlı ellerini, onların uzun sert saçlarıyla kurularlardı.
Avrupalıların, güzellik hakkında Kıpçaklardan tamamen farklı düşünceleri vardı. Bizans imparatoru Julien, yakışıklı sayılmaktaydı; oysa onun sakalı, kum gibi, bitle doluydu. Yaşayan, kıpır kıpır kaynaşan sakal, insanı hayranlığa sevk ediyor, o da bununla gururlanıyordu.
Grekler ve Romalılar, hamamı bilmiyorlardı. “Hamam” (баня: banya), Türk icadıdır; kelime de Türkçe’dir; “bu” (buhar) ve “ana” (anne)dan, diğer bir deyişle “buharın anası”ndan gelir.
Roma’nın ünlü termal suları, herkese açık olmaktan uzaktı. Üç yüz bin kişilik Roma’da sadece seçkinler hamama girme imkanına sahiptiler. Kıpçaklarda ise her şey farklıydı; hamam günlük hayatın bir parçasıydı. Bozkır, halkı temizliğe, intizama alıştırmıştı. Ev kadını, evi toplamadan önce yemeği hazırlamazdı. Meskenlerin temizliği ve şahsi temizlik; bu da Türk kavminin bir vasfı; çünkü her pislik, bozkırda salgınlara ve hastalıklara yol açabilirdi… Pisliklere tahammül edilmezdi.
Her Kıpçak, sabah ve akşam elini-yüzünü yıkardı. Keza, yemekten önce ve duadan önce.
Türklerde bir inanç vardı; sen uyuduğun zaman, ruhun dünya üzerinde uçar, sabahleyin geri döner. Uyanmadan tam bir saniye önce. Eğer insan elini yüzünü yıkamazsa, ruh korkar ve ebedi olarak uçup gider. (Bu sebeple, uykuda başa battaniye örtmek yasaktı.)
Kıpçaklar, törelere sımsıkı uyarlardı; çünkü törelerin içinde halkın hayat tecrübesi toplanmıştı! Onun bilgeliği. Kendilerinden öncekilerin hatalarını tekrarlamamak için, onları gözetirlerdi.
Törenin her ayrıntısının bir manası vardı. Hiçbir şey boşuna değildi.
Mesela, tırnak kesmeler tam bir ritüel idi. Türk’ün yaşama gücü (onun kutu), gündüzleri tırnakların, geceleri ise saçların köklerinin altında demekti. Orada ideal bir temizlik gerekliydi; bu konuyu çocuk bile bilirdi.
Avrupalılar, Kıpçakların hayatındaki çok şeyi anlamadılar. Onun için de türlü tahminlerde bulundular; Türk’ün hayat gerçeklerini açıklamak için, art-arda, saçma sapan şeyler uydurdular.
Türkler “Göçebe” değil, yeni topraklar araştıran keşifçilerdi!
Mesela, yürüyen evler niçin gereklidir? Onun yabancısı olan bir insan, bu soruya cevap veremez. Romalı casuslar da böyle, yeni topraklar araştıranların (keşifçilerin) yürüyen evlerini görünce, Kıpçakların göçebe bir kavim olduğuna hükmettiler. Ve bunu, bütün dünyaya yaydılar.
Fakat Grekler, onlarda yürüyen evleri değil, tamamen başka şeyleri gördüler… Bir tesadüf eseri olarak, Bizanslı Prisk’in hatıratı kurtulmuş bulunuyor. Bu, Büyük kavimler göçü, Attila, Kıpçakların ilgi çekici ufak tefek şeyleri hakkında hakikati haber veren paha biçilmez tarihi bir dokümandır. Bu eser, tesadüfen kurtuldu; Romalılar, diğer bütün dokümanları yüzyıllar içinde tamamen yok ettiler.
Prisk’in hatıratı, her şeyi bizzat gören bir adam tarafından yazılmış olması bakımından değerlidir. O, sadece görmemişti, aynı zamanda elleriyle dokunmuştu. Prisk, Avrupa elçilik heyetiyle Attila’nın sarayına gelmişti. Bu hiddetli Türk hükümdarından barış dilenmeğe gelmişti.
BİZANSLI PRİSK’İN GÖZÜYLE TÜRKLER
449 yılı. Avrupa’da fırtına, görünüşe göre, dinmiş, Attila’nın öfkesi, yerini merhamete bırakmıştı. İşte o sırada, Attila’ya, içinde Bizanslı memur Prisk’in bulunduğu bir heyet gitti. Heyet barış –her ne pahasına olursa olsun barış– aramaya gitti.
“Birkaç ırmağı geçerek” –diye yazıyor raporunda Prisk– “içinde Attila’nın sarayının bulunduğu muazzam bir yere vardık.”
O yerleşim yerinin adı neydi? Belli değil. Belki, Bolgarya’nın eski başkentinden, Preslav şehrinden söz ediliyordu. Veya, Bavyera’nın eski bir şehrinden. Öyle veya böyle, o, Orta Avrupa’da yeni bir Türk şehri idi; Büyük kavimler göçüyle birlikte büyüyüp gelişmişti.
Grek, gördüklerine şaşırıp kalmıştı. Böyle bir şehri Avrupalılar kurmamışlardı. Bilhassa Attila’nın sarayı şaşırtmıştı. Tomruktan doğranmış, süslü oymalı söveleriyle saray, sanki toprak üzerinde süzülüyordu. O, güneş gibi parlıyordu, öylesine ince bir işçilik vardı.  Sarayın uzun sivri külahları göğe dayanıyordu.
Sarayın yanı başında kraliçe Kreki’nin teremi bulunuyordu. O, daha küçük, fakat dantelalarıyla daha güzel görünüyordu. Oyma motifler, onu harikulade yapıyorlardı… Sanki güneş ışıklarından örülmüş gibiydi.
Hükümdarların odaları, zarif nöbetçi kuleli yüksek duvarlarla çevrilmiş idiler.
Prisk, bu ağaçtan yapılmış emsalsiz şeylere büyülenmiş gibi bakarak uzun süre durdu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Sadece sessiz bir hayranlık. Saraya girerek şaşıran Grek, binanın yuvarlak görünmesi için, tomrukların nasıl yerleştirilmiş olabileceğini anlamadan kalakaldı. Oysa, bina yuvarlak değildi. Sadece öyle görünüyordu. Gerçekte sekizgen idi. Türklerin mimari gelenekleri bu şekildedir. Daha Eski Altay’da iken sekizgen kurenler inşa etmişlerdi.
Terem, yine aynı kuren. Sadece daha yüksek ve biraz farklı yapılı bir kurendir.
Prisk, “zemin, üzerinde gezip dolaştıkları yün halılarla kaplı.” diye kaydetmektedir. Doğru. Kıpçaklar, meskenlerin zeminine daima yolluklar veya keçe halılar seriyorlardı; bu eski bir gelenektir.
Bizanslı, mütecessis bir adamdı; günlük hayatla ilgili ufak tefek şeylere dikkat etmişti. Kıpçaklar ne yapıyorlar, ne giyiyorlar, ne yiyorlardı… Hiçbir şey onun, bu tecrübeli casusun (Prisk, hayatta böyleydi) gözlerinden kaçmıyordu. Buraya basit bir adamı gönderecek değillerdi ya.
Türklerin kadınlarının güzelliği, Grek’i pek şaşırtmıştı. Özenli, sade kıyafetleriyle. Bilhassa, uzun saçaklarla –püsküllerle– süslü baş-örtüleriyle (veya şallarıyla). Kıpçaklar, beyaz şalları mabet ve matem günleri için, renkli şalları ise bayramlar ve günlük hayat için yapıyorlardı.
Bizanslı Prisk’in rapor metninin çok açık olduğu görülüyor. Onu, sadece okumak gerekir. Fakat hayır. Mesela, kraliçe Kreki’nin yaşadığı ve Prisk’in ilk defa Türklerde gördüğü teremi, şimdi “Grek icadı” olarak tavsif ediyorlar… Güya, teremi Grekler icad etmişler. Keçenin (fötrün) icadı, Fransızlara mal edilmiştir. Şallar ise, daha başka birilerine. Oysa, bu Türk milletinin malı, yüzyılların ürünüdür.
Aslında, günlük hayatın bütün bu parçaları, Avrupa’da Kıpçakların kültürünün ayırt edici hususiyeti oldular; milletin şahsiyetini onlar oluşturdular; onu, tanınır ve diğer milletlere benzemez kıldılar.
Ya Kıpçaklar? Kıpçaklar, kendi tarihlerinin açık bir şekilde çarpıtılmasını bizzat nasıl karşıladılar?
Hiçbir şey yapmadılar. Onlar, daima Türk olarak kaldılar… Geniş ruhlu, herkesi ve her şeyi bağışlayan insanlar olarak. Türk, koynuna taş koymayı [kendine kötülük yapana karşılık vermeyi] bilmiyor. Kendini savunmuyor; her şeyi “sonraya” bırakıyor. O, böyledir. Gerçeğin nasıl olsa galip geleceğini biliyor. Onunla yaşıyor.
Ne denebilir ki, onca zehirleme girişimine rağmen, Attila, Prisk’in elçilik heyetini kendi şölenine davet etmişti… Bu, cömert bir ruhun teşebbüsü değildi. Sıradan bir Türk töresi idi. Misafiri kabul etmemek, Kıpçaklar için yüzkarası idi. Attila, Prisk’i sofraya çağırmamak edemezdi.
Becerikli politikacılar, artık o sırada Türklerin açıklıklarından, dürüstlüklerinden faydalanıyorlardı. Tabii, bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Türkler ise, kendi saf-dilliklerini! Kendi zayıf taraflarını onlara açtılar; kendilerini kullanılmaya müsait hale getirdiler; böylece Deşt-i Kıpçak’ı zaafa düşürdüler.
Burada kimse suçlu değildir; milletin karakteri budur. Onu, buyrukla değiştirmek mümkün değildir. O, eskiden oldu; şimdi var ve gelecekte olacaktır; çünkü, bu karakter anne sütüyle geçiyor ve yüzyıllar içinde oluşuyor.
Bazı gelenekleri, daha Büyük kavimler göçü zamanından itibaren değiştirmek gerekti; çünkü Avrupa’da başka bir çevre, başka bir kültür vardı; demek ki, orada başka türlü yaşamak gerekiyordu. Başka bir ahlak ile. Fakat bunu yapmayı kimse akıl etmedi. Kıpçak hanları, kendi basiretsizliklerinin cezasını ödediler. Malumdur ki, insanlar başkasının evine, kendi adetleriyle gitmiyorlar. Avrupa ise, Türkler için, ne de olsa, başkasının evi idi; o, onları kendisi değiştirdi.
… Şölenin verildiği oda, taze ağaç kokuyordu. Duvarlar boyunca geniş peykeler duruyorlardı. Yanında ise, masif meşe masalar. Attila, baş masaya oturdu. Burası, tver’ olarak adlandırılan şerefli bir yer (taht) idi; bu kısım, ince rengarenk perdelerle kapatılmıştı. Yanında, merdivende, onun büyük oğlu Ellak oturuyordu. O, gözlerini yere indirmiş ve yemeğe el sürmeden oturuyordu. Babasına hizmete her zaman hazırdı…
Babaya bakmak… oğulun soylu vazifesi! Kıpçaklar bu düşünceyle yaşadılar; onların karakterleri, bu hususta da kendini gösteriyor. Büyüğe saygı, itiraz kabul etmezdi; çünkü büyük, adete (kanuna) göre, küçüğü korumakla vazifeliydi. Sofra ve günlük hayat kaideleri, tam bir ritüel halinde yaşıyordu.
Yemekten önce “Tanrı’ya dua ettiler” diye anlatıyor, Prisk. Dua okudular ve yemeğe başladılar. Duayı, din-adamı –Avrupa tarihinde çok muammalı bir şahsiyet olan peder Orest– idare etti.
Orest, Avrupa dillerini pek güzel biliyordu; kendi zamanının incisi idi… Bu adamın kaderi şaşırtıcıdır. İki rivayet var. Birine göre, o, Attila’nın din-adamı idi; diğer rivayete göre ise, sekreter-tercüman olarak vazifeliydi. O, Deşt-i Kıpçak (daha doğrusu, bugünkü Avusturya, Macaristan) doğumludur. Onu Türk olarak tavsif etmek mümkün müdür? Fakat, Romalı tarihçiler, onun güya aslen Romalı olduğunu iddia ediyorlar; bu iddia dışında, onun Türk olmadığını gösteren bir şey yok.
Attila, bir yabancıyı kendine yaklaştırabilir miydi? Mahrem düşüncelerini ve duygularını bir yabancıya emanet edebilir miydi? İstanbul’a, bir yabancıyı kendi elçisi olarak gönderebilir miydi? Asla. O, bir din adamı; Attila’ya en yakın, en mutemet insandı. Bir eğitici ve yaşlı bir dosttu.
Peder Orest’in, Attila’nın çoğu silah arkadaşları gibi, komutanın ölümünden sonra, Roma’da parlak bir kariyer yapması ilgi çekicidir. Roma’da, imparator sarayında, büyük kumandanlar ve din adamları arasında artık pek çok Türk vardı. Bu dönem sisli bir dönem, darbeler ve esrarengiz cinayetler zamanıydı; Kıpçakları kabul eden Roma cemiyeti kaynıyordu. Herkes, cemiyette kendisine bir yer arıyordu.
Türklerin gelişleriyle, Bizans tarihi burada tekrarlandı; kültürlerin ve kavimlerin birbirine karışması burada başladı. Kıpçaklar, iktidarı ele geçirmeyi denediler. Peder Orest, bunun için her şeyi yaptı; federatlar ordusunun başına geçti ve şaşılacak kadar güzel, genç bir insan olan kendi oğlunu Roma tahtına çıkardı. Peder Orest’in oğlu, kendisine Batı Roma imparatoru olarak taç giydirildiği zaman, Latince Romul Avgustul ismini aldı. Böylece, son Roma imparatoru bir Kıpçak oldu!
5 Eylül 476 yılında, onu, Odoakr isimli bir başka Türk devirdi; böylece Roma imparatorluğu “resmen” sona erdi. Roma tahtı için çekişen Kıpçaklar, onu kendileri kaybettiler.
Pederin biyografisi, çok ani bir biçimde, son Roma imparatoruna dönüştü. Diğer bir rivayete göre, 511 yılında, yani onun ölümünden (!) 35 yıl sonra, Romalılar, Orest’i hristiyan yaptılar ve kendisine Aziz Severin adını verdiler… (“Aziz Severin’in Hayatı” –çelişkilerden örülmüş bir ilmi eser.)
… Grek Prisk’in notları, her sağduyulu insanda çok, pek çok düşünceler uyandırıyor. Hadiseler, “resmi” tarihin çizdiği çerçeveye sığmıyorlar…
Attila’nın ziyafeti nasıl geçti, ne içtiler, hangi konuda konuştular, kime güldüler, ne giyinmişlerdi… Prisk, bu konularda gayet güvenilir bilgiler vermektedir.
Ziyafet, gerektiği gibi, şarkılarla sona ermişti. Ruha işleyen ve onu her şaraptan daha iyi sarhoş eden şarkılarla. Türk şarkısız değildi; ne V. yüzyılda, ne daha sonra, ne daha önce… Kurtuluş yok, müzik –dil gibi– her milletin kendi malıdır. Bunu tarih tesbit ediyor.
Müzisyenler sahneye çıktılar ve harikulade şeyler çalmaya başladılar. Onların ellerinin altında teller canlandılar, yaylar havalandılar. Prisk’in dili tutulmuştu. Müziği dinliyordu. Fevkalade güzel müziği. Greklerin bilmedikleri şaşırtıcı müzik aletleri gördü. (Bunlar viyolonsellerin, kemanların, harplerin, balalaykaların, talyankaların [bir çeşit akordeon] büyük nineleri, büyük dedeleri idiler.)
Şarkılardan sonra, sahneye soytarı çıktı. O, gözlerden yaş gelinceye kadar gülmek zorunda bırakan her saçmalığı yaptı. Attila, herkesle birlikte, kendi soytarısının yaptıklarına kahkahalar attı.
Daha sonraları Avrupa krallarının saraylarında bulunan, balolarda misafirleri neşelendiren ve eğlendiren, kralların yüzlerine hakikati söyleyen, onlara, şaklabanlıklarına kimsenin ceza vermediği soytarılar buradan, Attila’yı taklit etme arzularından gelmiyorlar mıdır? Üstelik, soytarılar sadece, şecere bakımından Türki köklere uzanan kraliyet hanelerinde bulundular. Mesela, İskoçyalılarda veya Romalılarda soytarılar yoktu. Onların geleneklerinde soytarı yoktu.
Prisk, Attila’nın, kendisini hayretler içinde bırakan mütevazılığını, sadeliğini de kaydetmiştir. Hükümdar, açıkça, bir hükümdar gibi yaşamıyordu. Bu büyük insanın kıyafeti, yiyeceği hiç de farklı değildi. Herkesinki nasılsa, öyleydi.
Kahramana hayranlıkla bakan insanlar, komutanı mümtaz görüyorlardı. Attila’ya, işinden, davranışlarından dolayı olağanüstü saygı gösteriyorlardı. Onun cesaret ve bilgeliğine kayıtsız kalmıyorlardı. Mesela, avda onunla pek az kimse boy ölçüşebilirdi. O, at üstünde avlanıyordu. Yaban domuzlarına, geyiklere, ayılara hareket halinde iken topuzla veya teberle saldırır, onları öldürürdü.
Doğan (sokol) ile avlanma pek değerliydi. Türkçe “sok-kol” “ele getirmek”; “ber-kut” “av/ganimet vermek/getirmek” manasına gelmektedir. Kuşların isimleri, kendi kendilerini anlatıyorlar. “Korçu” (asalak, zararlı böcek) gibi; onun için, çaylak (korşun)lar, ava götürülmezdi. Attila’nın sarayının yanında “sokolçi”ler hizmet veriyorlardı; avcı kuşlara bakanlar, onları besleyenler, ava hazırlayanlar bu kişilerdi.
Bayram eğlenceleri için yabani ayılar getiren insanlar vardı. Onlar, ormanda vahşi hayvanları yakalıyorlar ve kafes içinde başkente getiriyorlardı. Türkler, ayı güreşine çok değer veriyorlardı.
Yabani ayıyı ağıla saldılar. Halkın heyecanlı haykırışları altında, elinde sapan veya bıçak bulunan cesur bir adam, onun karşısına çıktı. Kurumlu bir tavırla, kaygısızca çıktı. Vahşi hayvan, ölümü hissetmekte, fakat ona engel olamamaktaydı. Sonunda dayanamadı ve… Toplanan halk, heyecandan donup kalmıştı. Kızgın ayı, adamın üzerine saldırdı; adam çevik bir hamleyle, bir anda bıçağı sapına kadar ayının kalbine sapladı. Galibi şiddetle alkışladılar. Eski bir gelenek!
Yumruk kavgası? Bu da sevilen bir eğlenceydi. Bu, ne bir yarış, ne de spor idi. Türk’ün karakterinde daima olan bir şeydi. Herkes, kendi gücünü denemeye, kendi kanını ısıtmaya çalışabilirdi. Çocukluktan itibaren, bozkırlılar “yumruk kavgasında”, bu açık güreşte kendilerini denemeye giderlerdi. Saray saraya, sokak sokağa. Anlaşmazlık orada çözülürdü; rakiple göz göze gelindiği zaman. Sadece sen ve o.
Cemiyette bir yumruk kavgası hukuku vardı. Ona saygı gösteriyorlardı. Ondan korkar, çekinirlerdi. Karşılıklı saflar halinde veya bire bir dövüşürlerdi. İlk kan çıkıncaya kadar. Her şey sıkı kaidelere bağlıydı. Kaidelere uymamak yüzünden, orada, kavga yerinde öldürülebilirlerdi. Bu adil bir öldürme idi; kimse böyle bir ölümün intikamını alma hakkına sahip değildi.
Kıpçakların hayatında pek çok sevinç vardı; pek çok bayram, onların hayatını renklendiriyordu. Onlar, başarılı bir askeri seferden sonra, en sevdikleri oyuna tutuşurlardı: Atlılar, ellerine dama taşlarını değil, uzun eğri sopaları alırlar ve onlarla zemin (pol) üzerinde, düşmanın deri bir torbaya sarılmış kesik başını sürerlerdi. Haşmetli bir zafer oyunu!
Bu yabani eğlence, bugüne kadar unutulmadı; ona “polo” deniyor. (Bu oyunu İngilizler seviyorlar; çünkü ataları, adaya Attila ile birlikte gelmişlerdi.) Fakat, şimdi –bir zamanlar sürdükleri gibi– düşmanın kesik başını değil, ağaçtan yapılmış bir topu sürüyorlar. Buna karşılık, oyunu eski kaidelere göre oynuyorlar!
Millet gibi, gelenekler de ölmüyorlar… Sadece anılar ölüyorlar.

BİRLEŞİK AVRUPA ORDUSUYLA MEYDAN SAVAŞI
Prisk’in heyetine Attila soğuk davrandı. Her tavrıyla, her hareketiyle, heyetten hoşlanmadığını gösteriyordu. Çevreye hakim olan hile, aldatmaca, onun hoşuna gitmemişti. Büyük Kıpçak, çoktan beri biliyordu ki, yalan bir sanattır ve politika vardır. Fakat o, Avrupa’da mevcut olan bu çarpık kaideye boyun eğemezdi. Onu kabul edemezdi.
O, başka bir kaideye göre, başka bir siyasi kültürle yaşıyordu. Onun ahlakı farklı idi. Kıpçaklar, hile ile zengin olamayacakları, bunun yüzkarasından başka, hiçbir şey kazandırmayacağı düşüncesiyle büyüyorlardı.
İşte şimdi Attila, açıkça görüyordu ki, Hıristiyanlar, onun en iyi askerlerini ayartıyor, kendilerine çekiyorlar. Bunu açıkça ve küstahça yapıyorlar. O, listeleri gösterdi ve hainleri iade etmelerini talep etti. Fakat, Avrupalılar, ikiyüzlüce gülümsediler; her şeyi inkar ettiler.
Kıpçakların hükümdarı, görüşmeleri ustaca yürütmeyi bilmiyordu; çünkü o, bir politikacı için haddinden fazla dürüst bir insandı. O, elçiyle açıkça konuşuyordu. Onlar ise, bunu Attila’nın zaafı olarak yorumluyorlar ve kendisiyle alay ediyorlardı.
Aslında üzerinde konuşulacak bir şey yoktu. Her şey o kadar açıktı ki. Ordusunu ayartıp ondan koparıyorlardı. Büyük komutanları. Elbette bu, Attila’nın işine gelemezdi. Fakat, bu sadece ehven-i şerdi.
Bütün felaket şurada idi ki, onlar, bu insanlar, gitmemek edemezlerdi. Onların gidişleri kaçınılmaz idi. Bu gidişi ne buyrukla, ne hazine ile, ne korku ile durdurmak mümkündü; o, beşer cemiyetinin tabiatında yerleşmişti. Çünkü, cemiyet kendi nüfusunu kendisi tesbit ediyor!.. Nasıl? Bu da, etnografyanın anlaşılmaz bir sırrıdır.
Kabiliyetli insanlar, öz vatanlarından ayrılıyorlar; umumiyetle para için değil, iktidar ve istikbal için… Kendi vatanlarında asla sahip olamayacakları makamlar ve istikballer için. (Zaten ta buralara kadar yaşayacak yeni yerler ve idealler bulmak için gelmemişler miydi?)
Kıpçaklar, Roma’dan nefret ediyor ve nefretlerini gizlemiyorlardı; ama, başkasının ülkesine hizmet etmeye gittiler. Düşman tarafına kaçanlardan birisi, mesela, mektubunda, Romalıların adını silmeyi ve Roma imparatorluğunu Kıpçak imparatorluğuna dönüştürmeyi hararetle tahayyül ettiğini yazmıştı. Fakat, bunun yanında, Türklerin çok kötü kanunu olduğunu üzüntüyle kaydediyordu. “Bu sebeple, onun hiçbir şeyine bakmaksızın, Roma’nın şanını ihya etmek için çok hızlı yürümeğe karar verdim.” Üstelik, Türkler hesabına ihya etmeğe, diye bitirmişti.
Bu trajedi, Kıpçakları ilgilendiren gerçek bir trajedidir: Nüfus artışı, onlara acı neticeler doğurdu… Yeryüzünde haddinden fazla çoğalmışlardı: Devasa Deşt-i Kıpçak bile artık dar geliyordu. Cemiyet, kendi üstün kabiliyetli oğullarını içine sığdıramıyor, onlara gerekli refah ve mutluluğu temin edemiyordu… Milletin, bir kalemde, bir anda yüz bilge veya bin kabiliyetli büyük kumandanı olmamalıdır. Onlar için iş bulunmuyor.
Gerekli olan sadece bir bilge ve bir iyi kumandandır (olağanüstü durumlarda iki-üç; fakat yüz ve bin değil.) Tıpkı yüz büyük şairin bir arada olamaması gibi… Onları dinlemeye yoruluyorlar. Kabiliyetlilerin kıtlığı gibi, bolluğu da bir cemiyet trajedisidir. İşte Kıpçakların karşı karşıya kaldıkları şey.
Romalılar ve Grekler, aksine, kabiliyetliler açısından kıtlık çekiyorlardı. Pagan Avrupa, çoktan beri ve umutsuzca yaşlanıyordu; onun, kültürünü yenileyecek taze bir kana ihtiyacı vardı.
Onun için, Kıpçak kaçakları memnuniyetle kabul etti; onlara pek güzel hayat şartları sağladı; pek çok şey feda etti. Hatta, Roma, mesela 380 yılında, kendisi için küçük düşürücü olan Grek hristiyanlığını kabul etmişti. Çaresizlikten kabul etmişti. Kıpçakların, Hristiyanların müttefikleri olduklarını biliyordu. Böylece, kendileri için, Türk dünyasına yol açmışlardı.
Türkler ise, bu sade-dil Türkler ise… Talihli İnsanlar… Onlar, gözlerini her şeye sımsıkı kapayan sargıları hissetmeden, at üzerinde oturdular. Çevrede olup bitenlerin farkına varmadılar; bir günlük yaşadılar. Önce veya sonra, bir gün Deşt-i Kıpçak’lı kaçakların kendilerini göstermeleri gerekiyordu. Onlar, kanları gereği Kıpçaklar.
Romalılar, atalık’a vermeyi – çocukları eğitim için başka ailelere verme ile ilgili eski Türk töresini–, onlardan öğrenmişlerdi. Romalı asil soylu bir çocuğu–Aetsiy’i– Attila’ya gönderdiler. Aetsiy’i Attila, küçük kardeş olarak isimlendirdi; onu törenin gerektirdiği gibi yetiştirdi… Zamanı geldiğinde, Aetsiy, tecrübeli bir adam olarak eve döndü. O, general, sonra da Roma ordusu komutanı oldu. Batı Roma imparatorluğunun tamamında, Kıpçakları, kimse ondan (bizzat Attila’nın öğrencisi!) daha iyi tanımıyordu.
O, Aetsiy, kendisine acımadan, daha sonra Türk yöneticilerin aralarını bozdu; birini diğerine çekiştirdi; Kıpçakları ayarttı; büyük kumandanları, din-adamlarını, sıradan insanları ısrarla yanına davet etti. Onlara zengin topraklar ve malikaneler, vazifeler ve unvanlar verdi. Onlar için her şeyi yaptı; çünkü o, Türk milletinin kabiliyetliler trajedisini, kendilerinden önce anlamıştı. Zaafı keşfetti ve bunu Roma’nın menfaatine istismarı bildi. O, Türklere karşı, bizzat Türklerin elleriyle savaştı.
Aetsiy’in kendisi kimdi? O, Kıpçak cemiyeti içinde, kendisini, Kıpçaklardan biri gibi, fevkalade güvenli hissetmişti. Gayet tabiidir. Onun Gaudentsiy isimli babası, Roma süvari ordusunda başkomutan olan bir Türk idi; annesi İtala ise, çağdaşlarının hakkında yazdıklarına göre, Romalı “soylu ve zengin bir kadın”dı… Onların evliliklerinden kötü kalpli bir dahi doğmuştu.
Gallia (bugünkü Fransa), Aetsiy’in gayretleriyle, gerçek bir kaçak krallığı olmuştu. Burada binlerce Kıpçak aile yaşıyordu; orada her şey Türk idi. Başkentin ismi bile. Türk kulağı için alışılagelmiş bir kelime – Tuluza (Toulouse).
… Attila, Prisk heyetinden bu hainlerin iadelerini istedi; bilmiyordu ki, ırmağı, çıktığı kaynağa geri döndürmek mümkün değildir. İmkansızı istiyordu!.. Yüzlerce isim verdi; kaçakların gizlendikleri Tuluza’dan, diğer şehirlerden söz etti… Beyhude.
Kıpçakların istihbaratı iyi çalışıyordu. Mesela, Avrelion adlı Gallia şehrinin adının Türk tarzında, Orlean olarak değiştirildiğini tesbit etmişti. (Yabancı bir sözü bozarak, bu şekilde “isim değiştirmeler” kaçınılmazdır; göçmenler onu kendileri için anlaşılır hale getiriyorlar.)
Prisk’in elçilik heyeti, her şeyi inkar etti; Gallia’da ortaya çıkan yeni Türk şehirlerini bile. Söz bulamayan Attila, yalancıları saraydan kovdu.
O sıralar, hadiseler, hiç de Kıpçakların hayrına olacak şekilde cereyan etmiyorlardı. Düşmanlar, zaman kazanarak, Aetsiy’in birleşik bir Avrupa ordusu toplayabilmesi için, ağırdan alıyorlar; ani bir darbe vurmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, hesapları yanlış çıktı.
Attila, Gallia’ya bizzat gitti. Tuluza ve Orlean, onu çekmişlerdi. Burada Attila’nın gelişini beklemiyorlardı, dolayısıyla hazırlanmamışlardı. Haçlı bayrakları ve atlı müfrezeleri görür görmez, göçmenler ve bütün Gallia huzursuz oldular. Mahkeme, hainlere karşı hızlı ve adil idi. Ona direnmediler bile. Kaçaklar, Kıpçaklar için, ihanetin en büyük suç olduğunu biliyorlardı. Bozkırlılar her şeyi affediyorlar, ancak, sadece ihaneti ve korkaklığı affetmiyorlar.
Acı pişmanlık dakikaları… Attila, Orlean’da işini bitirmişti ki, kendisine, Roma kuvvetlerinin yola çıktığı, Aetsiy’in savaş ilan ettiği haberini getirdiler. Attila’yı bir anda karışık duygular sardı. Hileler ve şüpheler, çoktan beri kendisini huzursuz ediyordu. Attila, falcıya başvurdu.
Adet üzere, koyun kestiler. Falcı, hayvanın kürek kemiğine baktığı zaman, irkildi ve felaketi haber verdi. (Falcının Roma’dan hediye aldığı istisna değildir.)
Böylece, Aetsiy, daha savaş başlamada önce, galip gelmiş gibiydi. Psikolojik saldırıda başarılı olmuş, Attila’nın ruhuna kargaşa, kararsızlık düşürmüştü… Fakat bu, onun yegane zaferi oldu. Savaşı, Katalon tarlalarında, Şampanya’daki ünlü ovada yapmayı teklif ederek, çok erken sevinmiş, açıkça acele etmişti.
Arazi, doğrusu, atlılar için elverişli değildi; fakat Attila, belki de düşmanın dikkatini dağıtmak için, bunu bilhassa yaparak, kendisine uygun olmayan şartları kabul etti. Ne var ki, yine de, ağır duygular, kendisine acı çektiriyordu: Attila’ya, savaş şartları kendisine dayatılmış gibi geldi; bu şartları kabul etmek istemiyordu; fakat kabul etti.
Istıraplar içindeki başbuğ, başını yukarı kaldırdı, saatlerce yukarı baktı; fakat Gök ses vermedi. Savaştan önceki gece, sessizce geçti. Saban, daha erken ışıdı. Askeri birlikler saf oluşturdular; Attila, kuşkular içinde, hala dört dönüyordu. Sonunda şunu söyledi: “Kaçış, en hazin ölüm”. Ve bitkin bir şekilde atına yürüdü. Güneş artık yüksekte idi.
“Ura!” haykırışıyla, atlılar hücuma geçtiler. Fakat, Attila’nın kendi yetiştirmesi, Aetsiy, her şeyi doğru hesaplamıştı. Hücum neticesiz kaldı. Türkler, geri püskürtüldüler. Mağlubiyetin acısını hisseden Attila, ancak o zaman sakinleşti. Tengri’ye şükür, bu dakikada, kendi kendisine galip geldi.
Askeri birliklere yaklaştı, söyleyeceğini bulmuştu. Onun temiz ruhundan, temiz sözler döküldü; bu sözler, keskin bir kılıç şarkısı gibi çınladı. Başbuğun sözleri, Kıpçakların kalplerini coşturdu.
“Savunma, korku işaretidir… İlk vuran, cesurdur. İntikam, tabiatın büyük bir hediyesidir. Zafere koşan kişiye oklar erişmez… Attila savaşırken rahat duran kişi, artık ölmüş demektir.” Bunlar, onun kısa konuşmasının son kelimeleri oldular.
“Sarın koççak!” (şan ve şeref yiğitlere!”) diye gürledi büyük Kıpçak, ve kılıçla ordusunu takdis etti. Onun sesi, –Kıpçak dilinde “bey”, “razı” manasına gelen– coşkun “u-ra-a” sesleri içinde boğulup gitti.
Bir anda her şey karıştı. Katalon tarlaları, sanki parlak zafer güneşiyle aydınlanıyordu. Güneş şimdi Türklerin kılıçlarında yansıyor, yeryüzünü aydınlatıyordu. Bu kere, Avrupa ordusuyla savaş, çok daha ciddi olmuştu. Tengri’nin elçileri, kendi kamplarına ancak geceleyin döndüler. Yorgun ve memnun olarak döndüler.
Sabah, ali-cenap Attila, Aetsiy’in kılıç artığı ordusuna –acımak mümkün olmayan düşmana– ayrılma izni verdi. Bu asil jesti, Romalılar, Kıpçakların zayıflığına yordular. Onlar, daha doğrusu, onların tarihçileri, daha sonra, Attila’yı Katalaun tarlalarındaki savaşta mağlup saydılar.
Savaşı meydanındaki bir merhamet, bakın nasıl neticeleniyor!
Attila, tabii ki, bundan hiç haberdar olamadı. O, yüzyıllar sonra meydana gelecek hadiseleri nasıl bilebilirdi? Başbuğ, o sırada Türklerin yaşadıkları Kuzey İtalya’nın şehirlerini yeryüzünden silerek, ordusunu Roma’ya yöneltti. Kıpçak kaçakların başka bir sığınağı olan Milan bilhassa zarar gördü.
Attila’nın askeri birlikleri, çok geçmeden, Roma açıklarında durdular. “Mağlubiyet kurbanı” Kıpçaklar, savaş sancaklarıyla Roma’ya geliyorlardı! Onları, başta piskopos Lev olmak üzere, asiller karşıladılar. Romalılar, kendilerine merhamet etmesi için Attila’ya yalvardılar; onlar, Türklerin iyi kalpli, başkalarına yardıma hazır ve kin tutmaz olduklarını biliyorlardı. Roma papa’sı bile, yalvararak dizleri üzerine çökmüştü… Bu karşılaşma, Vatikan’da muhafaza olunan, Rafael’in tablosunda yansıtılmıştır.
Kıpçakları durduran, tabii ki, düşmanın göz yaşları değildir. Hatta, İtalya’da vebanın ortalığı kasıp kavurduğu yalanı da değildir. Roma piskoposunun başı üzerinde tuttuğu haç. O durdurdu.
Bu, Tengri’nin haçı idi! Atlılar, onu Gök’ün iradesi kabul ediyorlardı. Roma, Türklerin mukaddes bildiği şeyi, başları üzerine kaldırmışlardı, Deşt-i Kıpçak’ın hakimiyetini tanımışlardı. Savaş sona erdi.
Attila eve döndü… Yenilen düşman manzarası, keyif vermiyordu.
ATTİLA’NIN ÖLÜMÜ
Yine de, onlar, Attila’yı kurnazlıkla alt ettiler… Küstahça ve haince. Mağlup olmuş düşmanlar, onlarla her şeyi, en alçakçasını bile yapabilecek kadar korkunçturlar –onlar için ahlaki engeller yoktur. Hiçbir şey onları durduramıyor.
İldiko isimli dilber, kendisini Attila’nın huzurunda nasıl bulmuştu? Kimse bilmiyordu. Başbuğ, bu güzel kızı görmüş ve ona aşık olmuştu. O, engin ve coşkun gönüllü bir insandı. Düğün şölenleri, bütün gece devam etti. Sabah, muhafızlar, Attila’nın, yatak odasından uzun süre çıkmadığını fark ettiler. Öğleye kadar beklediler. Yöneticilerin odalarında şüpheli bir sessizlik vardı.
Kapıyı kırıp içeri girdiler ve korkunç manzarayı gördüler. Başbuğ, kanlar içinde yatıyor, genç kız ise, heykel gibi, kımıldamadan yanı başında oturuyordu… Onun ölümü bir tesadüf müydü? Asla. O gece, İstanbul’daki Bizans imparatoru Markian, rüyasında, Attila’ın kırılmış yayını görmüştü. Bu bir felaket işareti.
Hayatta, elbette, rüyaların gerçekleştikleri oluyor. Fakat, Greklerin Attila’yı zehirleme teşebbüsleri hatırlanınca, onun ölümünün tesadüflüğü pek inandırıcı görünmüyor. Önceden hazırlanmış bir cinayet mi?.. Bunu başka türlü tavsif edemezsiniz.
Deşt-i Kıpçak insanları, kızgınlıktan çılgına döndüler. Liderin bu tuhaf ölümü, onları yerle bir etti.  Şehirlere ve köylere matem çöktü. Kadınlar beyaz elbiseler giydiler, saçlarını çözüp dağıttılar. Erkekler ise, törenin gerektirdiği gibi, saçlarından bir tutam kestiler; yüzlerinde derin bir yara açtılar. Yenilmez savaşçı öldü! Ardından gözyaşıyla değil, kanla ağlamak adettendi.
Meydanda çadır kurdular; içine başbuğun naaşını koydular. Seçkin atlılar, büyük Türk’ün hatırasına saygı gösterip, gece gündüz çadırın etrafında döndüler.
Kanlı ağıtlardan sonra, çadırın yakınında muazzam şölen başladı. Vahşi, neredeyse insanlık-dışı bir tablo; cenaze acısı ve sınırsız bir şenlik yan yana. Şaşırtıcı bir tören. Öteki dünyaya giden hükümdarın, milletine sağladığı refahın, onun ölümüyle sona ermediğini görmesi gerekti. Hayat devam ediyor.
Gecenin geç saatlerinde cesedi toprağa verdiler.
Attila’nın naaşını üç katlı tabuta koymuşlardı. Birincisi altından, ikincisi gümüşten, üçüncüsü demirden. Buraya başbuğun silahlarını, hayatta iken hiç taşımadığı nişanlarını istif ettiler.
Attila’yı gömdükleri yer bilinmiyor. Cenaze törenine katılanların tamamı, kendilerini öldürmüşlerdi. Onlar, sükunet içinde, öteki dünyaya, kendi hükümdarlarına hizmete gittiler…
Kıpçakların kederli günleri, Romalılar ve Grekler için bayramın başlangıcı oldu. Düşmanlar, Attila’nın ölümüne sevindiler ve sevinçlerini de gizlemediler. Şimdi onlar için mühim olan, halefleri birbirine düşürmek ve Kıpçakların kendilerini güçsüz bırakıp, kesin olarak zayıflayacakları zamanı beklemekti.
Tahta meşru olarak sadece büyük oğul Ellak’ın çıkma hakkı vardı. Ona iftira ettiler; hırs ve garezi uyandırdılar. İç savaş başladı.
Türkler, sanki kendi kendilerine karşı savaşıyorlardı. Kardeş kardeşin, boy boyun üzerine gitmekteydi. Bu, herkesin herkese karşı savaşı idi. (Felaket, insanları kör ve akılsız yapmıştı). Savaşta Ellak’ı öldürdükleri zaman, Romalı politikacılar, propagandacılar, lejyonerler, onlara sonra ne yapacaklarını biliyorlardı. Tefrika, bölüp parçalama. Zayıflatma, güçsüz düşürme. En mühimi, daha fazla iftira, daha fazla dedi-kodu.
Dedi-kodu, Türklerle savaşta en iyi silahtı; sonra onlar, kendilerine karşı, her şeyi kendileri yapıyorlardı… İşte böylece, Büyük kavimler göçü, acımasız ve uzun bir kardeş kavgasıyla sona erdi: Muazzam bir nüfusa ulaşan millet, kendisini mahvetmişti.
Fakat, bu yılların neticesi, Türk kültürü için yine de hazin olmamıştı. O, umulmadık bir şekilde ve paradoksal olarak çok daha ilerledi. O sırada, yani V. yüzyılın sonuna doğru, Kıpçaklar, Avrupa’nın yarısını ve Orta Asya’nın tamamını iskan etmişlerdi. Türk dili, Avrasya kıtası üzerindeki diğer bütün dilleri bastırdı. Türkler, dünyanın en kalabalık milleti oldular.
Evet, onlar, kendi aralarında dövüştüler; farklı inanca sahip oldular; farklı kültür peşinde koştular; hepsi bu; fakat onlar Altay’dan gelme, Altay asıllı idiler. Aynı kandan –Türk– insanlardı. Ve bu, farklı olsalar da, onları ebedi olarak birleştirdi.
İşte, buyurun, Büyük kavimler göçünün en mühim neticesi!.. Bir millet, onlarca başka millete hayat verdi.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Avrupalıların Tengri’yle tanışması


Murat ACİ’nin, (Murat ADJİ) Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fahri UNAN’ın Türkçe’ye çevirdiği “Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi” adlı eserinde Kıpçak Türklerinin Batı dünyasıyla ilk tanışma bölgesi Kafkaslar olarak gösteriliyor. Bakın bu buluşma ve sonrasında Avrupa’nın, üstün Türk inanç ve kültüründen etkilenişi nasıl açıklanıyor:
Derbent kapılarının gerisinde uzanan ülke, Kıpçakları kendisine çekti. Kendi bilinmezliğine çekti. O, farklı kültürüyle, Doğu bozkır dünyası için yeni idi. Türkler, Avrupa ve Roma imparatorluğunu, tabii ki, daha önce işitmişlerdi. Fakat, onları hiç görmemişlerdi.
Kendilerini bir çıkmazda bulan Türkler, Gök Tanrı’ya inanıp güvendiler…
Deşt-i Kıpçak, kendi düzenli hayatını devam ettirdi: İnşaat yaptılar, demiri erittiler, ürünler ve hayvanlar yetiştirdiler. İnsanlar, bayramları ve düğünleri kutladılar; çocukların doğumuna sevindiler; yakınlarının öteki dünyaya göçüşüne üzüldüler. Her şey, her zamanki gibiydi. Hayat, mutad yoluna acele etmeden aktı.
Kafkas’ta Türk köyleri ortaya çıktılar; yeni şehirler yükseldiler. Onlardan biri de Hamrin’dir. Şehir, Kafkas tarihçilerinin yarısından çoğunun zikrettikleri kutsal bir ağaçla şöhret bulmuştu. “Tengri-Han” adlı ağaçla.
Şüphesiz, sözü edilen, paganlardaki gibi, alelade bir kutsal ağaç değildir… Hiç de değil… Türklerde, kendisinde Yüce Tengri’nin yaratmış olduğu her şeyin birleştiği bir “evrensel ağaç” efsanesi yaşıyordu. (Bu durumda, “Hoday” –“Kurucu”, “Yaratıcı” – sözüyle Tengri’ye yönelmek adetten idi).
Evrensel ağaçla ilgili öğreti, tam bir ilimdir; onu kavrayan kişi, bilge (hakim) oluyor. O, bir dünya modeli görüyor ve dünyanın nasıl yaratıldığını anlamaya başlıyor. Bu ilme Avrupa’da felsefe diyorlar.
Evrensel ağacın dalları göğe ulaşıyorlar, Tanrı’ya ve kuşlara ait oluyorlar. Ağacın kökleri derine, Cehenneme, Yılan’ın krallığına gidiyorlar. Gövdesi ise, dünyanın ortasında bulunuyor; burada insanlar, atlar ve vahşi hayvanlar yaşıyorlar.
Hayat ağacı, ebedidir; Tanrı’nın ebedi oluşu gibi. Onu görmek mümkün değildir; Tanrı’yı görmek mümkün olmadığı gibi.
Efsaneye göre, ruhlar ve fikirler hayat ağacının üzerinde, bir dünyadan öbürüne geçiyorlar. İnsana asıl o, evrensel ağaç bilgi veriyor… Hamrin şehri, ya bilgelerin ve filozofların şehri olduysa? Ya burada, evrensel ağacın dallarının örtüsü altında, Kıpçaklar, Tengri’nin nasihatlerini diledilerse?.. Etraf düşman bir dünya ile çevrili.
Sonradan Hamrin şehrinde tapınaklar, daha sonra da mescitler yaptılar. Fakat ağaç, şehrin asıl kutsalı olarak kaldı… Şimdi orada Kayakent köyü var. Tam bir şehir planlı köy. Köyün kenarında ise, geçmişin hatırası olarak, kutsal “Tengri-Han” ağacı yetişiyor… Kumuklar, tabii ki, bazı şeyleri unuttular; hayat ağacı hakkında fazla bir şey bilmiyorlar; fakat, Kayakent köyünde yetişen ağaca yönelik hususi saygıyı muhafaza ediyorlar.
O sırada –III. yüzyılda– dünyada büyük hadiseler filizleniyordu. Bunlar, Derbent duvarlarının yanı başında başladılar ve önceleri Türkler olmaksızın yol aldılar. Fakat, onların önde gelen iştirakçilerinin ve başlıca itici güçlerinin aslında Kıpçaklar olması gerekiyordu.
Eskiçağ bilgeliği, “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz”, diye öğretiyor.
İnanılmaz bir şey, ama gerçek; Derbent kapıları kendileri açıldılar!.. Bozkırlıların katkısı olmadan. Malumdur ki, temiz fikirleri Gök (Tengri) göndermiştir; onlar iz bırakmadan geçip gitmiyorlar. Sonraki Kafkas ve bütün Avrupa tarihi, bu kanaati veriyor.
Kendilerine ait olan uzak Kafkas-ötesinde, İran’la yaptıkları savaşı ümitsiz bir şekilde kaybeden Ermeniler, Kıpçakların gelişini haber almışlardı. Onlara güçlü bir müttefik gerekliydi; Ermeniler, Hamrin şehrine giden yolu buldular. Avrupa’da Türkleri ilk olarak onlar tanıdılar. Derbent’in atlılara yol vermesi için her şeyi yaptılar.
Hazar’ın batısı Türkler’in hakimiyetinde…
Ermeni kralı I. Hazroy, müttefik konusunda yanılmamıştı. Kıpçaklar, düşmanı savaşta tam bir bozguna uğratarak, onu korkunç bir biçimde yere serdi. Savaş bununla bitti. Ermenistan, İran’ın idaresinden çıktı; Türkler ise, Derbent’i ve Hazar’ın batı sahillerinin tamamını hakimiyetleri altına aldılar…
Bugünkü Azerbaycan’da o güzel zamanlardan kalma bir çok iz vardır. Mesela, Kıpçak köyü ve Gence şehri. Hatta, çok az tanınan başka köylerde ve şehirlerde bile Büyük kavimler göçü devirlerinin hatıraları vardır. Gusar şehrine dikkatlice bakmak gerek; bu, onun bugünkü ismi; fakat, anlaşılan, Geser isminden geliyor… Türk dünyası, o sırada –III. yüzyılda–, Kafkas’a her türlü hakka sahip olarak girdi. Buraya kök saldı. Ebediyyen, Kafkas ve bütün Avrupa kültürlerinin bir parçası oldu! En inanılmayacak buluşlar, burada böyle mümkün oldu.
Türklerin Kafkas’a girişi, dünya tarihinin olağanüstü bir hadisesi idi! Atlıların gücü (herkesin hesaba katmak zorunda olduğu yeni bir ordu), müstakbel Büyük kavimler göçü, onun görünen perspektifleri (Kıpçakların ufkunda Avrupa, Yakın ve Orta Doğu göründü), bu hadise içindedir.
O sırada, her şey, Kafkas’taki sıkı siyasi yumakla bağlantılıydı; her şey kendi devamını bekliyordu. Zaman, global tarihi hadiseleri hızlandırmaya hazırlanmış, bir zemberek gibi sıkılmıştı. Dünya, başka bir dünya olmaya hazırlanıyordu.
Avrupa’da antik çağın altına bir çizgi çeken ve orta çağı başlatan, asıl Türklerin Avrupa’ya gelişleridir!
Yeni bir Avrupa, artık Türk Avrupa başlıyordu!
O, ilk gençlik çağından delikanlılık çağına geçmiş gibiydi… Ne yazık ki, tarihçiler, bu fevkalade mühim hadisenin farkına varmadılar.
Kafkas, elbette, eskiden dünya politikasında hususi bir rol oynamıştı; o, Doğu ve Batı arasında sınırdı. İki dünyanın sınırı! İran’ın ve Roma imparatorluğunun çıkarları, uzun zaman burada kesişti: Yüzyıllarca kanlı savaşlar oldu.
Ayrıca, batı dünyasında demir yapımının bilindiği tek yer sadece Kafkas değildi. O demir ki, altından daha değerliydi. (Gerçekte, demiri burada eritemediler; düşük kaliteli olmaktaydı; benzerlerini Karpatlarda Keltler yaptılar). Fakat yine de, onlara sahip olmadan savaş, hayata değil, ölüme götürürdü. Kafkas metali olmasaydı, Roma imparatorluğunda sonsuza kadar bronz çağı olurdu. Burada demir yapmasını bilmiyorlardı. Onun için, lejyonerlerinin pusatlarını bile bronzdan yapıyorlardı. İran dahi Kafkas demirini kullanıyordu.
Türkler, Kafkasya’da İran ordusunu bozguna uğrattıkları zaman, her şey birden tersine döndü; her şey hiç beklenmedik bir biçimde değişti. Yüzyıllar içinde teşekkül eden dünya politikası, bir günde çöktü. Gürültüsüz, çatırtısız çöktü. Fakat bunu, ancak çok tecrübeli insanlar anlayabilirdi.
Kıpçakların arasında böyleleri bulunmuyordu. Onlar, Avrupa’da olup biten şeylerin çoğundan, umumiyetle habersizdiler. Kendi zaferlerinin meyvelerini bile tatmadan, Kafkasya’dan ayrıldılar; orayı başkalarına bıraktılar.
“Sahipsiz” kalan Kafkasya’da ise, o zamanın kurnaz tilkilerinden ve bilge politikacılarından, Roma imparatoru Diokletian acele etmeye başladı. Avrupa, onun hakimiyeti altında bulunuyordu; şimdi o, dünyanın sahibi olabileceğini hissediyordu.
Diokletian, 297 yılına doğru, bütün Kafkasya’yı hakimiyeti altına aldı. Sonra, zayıflamış olan İran üzerine saldırdı; onun en zengin eyaletlerini ele geçirdi. Sefer hızlı olmuştu. Muzafferane. Roma çok sevindi. Artık, imparatorluğun “Altın Çağı”nı konuşuyorlardı. Başarının böylesini hiç kimse beklememişti; imparatorun kendisi bile.
Fakat zafer çok kolay elde edilmişti. Şüphe uyandıracak kadar kolay; bu durum, Diokletian’ı kuşkulandırdı.
Farslar karşısında kazanılan bu zaferdeki felaketi, sadece o hissetti. Sonradan Ermenistan’da patlak veren isyan, imparatorluğun üzerine kaçınılmaz bir duvar gibi çöken bu felaketin uzak habercisiydi.
Ermenistan’daki isyanı, tabii ki, bastırdılar. İsyanı tertip eden Hristiyanları hapse attılar. Fakat, bu artık hiçbir şeyi değiştiremeyecekti. Ermeniler büyülenmiş gibiydiler. Neredeyse olması gereken, çok mühim bir hadiseyi bekliyorlardı. Hristiyan Grigoriy’in önceden haber verdiği mucizeleri bekliyorlardı.
Bu Grigoriy, gök yüzünde ateşten bir sütun ve onun tepesinde bir haç görmüştü. Haçtan –yıldırımdan çıkar gibi– parlak bir ışık yayılıyordu.
Ermeniler, o sırada, haçın kurtarıcı gücüne henüz inanmıyorlardı; pagan idiler. Ama, buna karşılık, herkes, altında Kıpçakların savaştıkları haçlı bayrakları (Gök Tanrı’nın sembolü) çok iyi hatırlıyordu. Hayret içerisinde kalmışlardı. Grigoriy, gök yüzünde tıpatıp böyle bir haç görmüştü! İlahi bir işaret.
Onlar, “Türklere Gök Tanrı’ları yardım ediyor” diye düşündüler.
Her şeye kadir Türk Tanrısı hakkındaki rivayet, Avrupa’ya bir rüzgar hızıyla yayıldı. Onu, dünyayı Roma’nın hakimiyetinden kurtaran atlılarla ilgili İsa’nın (İsus Hristos) kehanete benzeyen sözlerini tekrarlayarak, Hristiyanlara yaydılar. Bu kehanet, Hristiyanların belli başlı kitaplarından biri olan Apokalipsis’te yazılıydı! Onunla yaşadılar. İnsanlar, her satırı, çevrelerinde olup biten şeylerle karşılaştırarak okudular ve tekrar okudular. Her şey tam da böyle olmuştu; onun söylediği gibi; ona Hristo adını verdiler.
Gökyüzünde Tengri’nin parlayan haçını gören Grigoriy, herkese “Kehanet hakikat oldu. Bekleyiniz.” dedi… Ermenilerin onu daha sonra kendi Eğitimci-Bilgi yayıcı-Hakimleri olarak tavsif etmeleri, bu sözler dolayısıyla değil midir?
Zafer pek yakındı; o kendisi gelmeliydi.
Kuşkusuz, Türkler Avrupa’da olup biten şeyler hakkında bir şey bilmiyorlardı; hatta tahmin bile etmiyorlardı. Onlar, kesinlikle hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlara, genç Ermeni papazı henüz gelmemişti. Ona, Grigoris adını verdiler; o, Hakim Grigoriy’in torunuydu. On beş yaşına yeni gelmiş bir gençti. O, başını eğerek selamladı ve kırık bir Türkçe ile, Kıpçakların hükümdarıyla görüşmek istedi.
Demişti ki: “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”
TÜRKLER VE HRİSTİYANLIK
Genç piskopos Grigoris niçin gelmişti? Handan ne istiyordu? Hayır, askeri yardım değil.
Ermeniler, bu kez, onların galip gelmelerinin sebeplerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar (paganlar, ateistler), Türkleri yenilmez bir kavim yapan Gök Tanrı inancını kabul etmek istiyorlardı.
Hristiyan piskopos Grigoris, Gök Tanrı inancını öğrenmek ve sonra kendi kavmini bilgilendirmek için gelen ilk Avrupalıdır. Aslında o, Geser’in ve Han Erke’nin faaliyetlerini devam ettirmek istiyordu; fakat artık Avrupa’da!..
Belirtmek gerekir ki, Avrupa’da Gök Tanrı’yı duymamışlardı bile. Yahudiler putlara (terafim) ve pagan tanrılarına (elohim) dua ediyorlardı. Romalılar, Jüpiter’e tapınıyorlardı. Her yerde putperest çok-tanrıcılığı ve açık bir barbarlık hüküm sürüyordu.
Hristiyanlar, umumi olarak, hiçbir tanrıya inanmıyorlardı. Tanrıları inkar ve kendilerini ateist olarak tavsif ediyorlardı. Sadece, atlıların –Gök Tanrı’nın Elçisi’nin habercilerinin– gelişlerini bekliyorlardı… Ve işte atlılar zuhur ettiler!
Kıpçakların Roma imparatorluğunun sınırlarında belirmelerini, onların İran karşısındaki parlak zaferlerini ilk önce Hristiyanlar fark ettiler. Yabancılar hakkında konuşmaya başladılar. Onlar çok farklı idiler:
Demirden pusatları ve teçhizatları, Türkleri, Avrupalıların gözlerinde başka bir dünyadan gelmiş yabancılar yapmışlardı. Aslında doğrusu da böyleydi. Onlar, Tengri’nin yüce göğü altında yaşayan aydınlık bir dünyadan gelmişlerdi.
Paganist Avrupa, onları tepeden tırnağa süzdü; yayanın atlıya ancak böyle bakması gerekir. Avrupa, aslında Türkler’den geri idi: Tanrı’ya inanma, onun için erişilemez kadar değerliydi! Demiri Türk kavmine hediye eden Tanrı’ya.
Bu sözlerin manasını anlamak için basit bir örnek yeterlidir: İyi bir demir kılıç darbesi, bronz kılıcı ikiye bölmüştü. Başka bir ifadeyle, göklere çıkarılan Roma ordusu, Kıpçakların önünde sanki silahsızdı. Ağaç sopalı vahşiler gibi…
Roma imparatorluğunun inkırazı hakkında çok şey söylemek, pek çok faraziye ve tahmin sıralamak mümkündür; fakat bu basit gerçeği göz önünde bulundurmadan yapılan bütün konuşmaların boşuna olacağı açıktır.
Türk Tengri’si demiri sembolleştirdi, Roma’nın Jüpiter’i ise bronzu. Demirin bronz karşısındaki zaferi nasıl mukadderse, Kıpçakların zaferleri de öyle mukadderdi. Roma imparatorluğu, ölüme mahkumdu; onun mukadderatı, sadece zamana ve Kıpçakların arzularına bağlıydı.
Ermenilerin piskopos Grigoris’i Türklere göndermelerinin tesadüf olmadığı açıktır. Onlar, belki, Avrupa’da, müstakbel hadiselerin seyrini sezen yegane kimselerdir. Bu yüzden, can çekişmekte olandan uzaklaşmaya başladılar; ancak Roma henüz ölmüş değildi.
Genç Ermeni piskopos, işte bunun için Derbent’e gelmişti. O, vaftizi (Türkçe “arı-sil” veya “arı-alkın”) kabul etti. Onu, üç kere, gümüş haçla kutsanmış suya daldırıp çıkardılar.
Suyla takdis, Tengri dininin mühim bir törenidir. Dine girme! Diğer bir deyişle, Türk dünyasına. Bu bir Altay kaynaklı törendir; çünkü Eski Altay’da, yeni doğmuş çocukları buzlu vaftiz teknesine batırıp çıkarırlardı. İnsan, bu banyodan sonra Sonsuz Mavi Gök’ün dünyasına girerdi.
(En nihayet, Çince’de bile “sağlıklı”, “sağlam” manasına gelen Türkçe “Türk” sözü buradan geliyor.)
Eski Türklerde bir “arıg” sözü vardı. Bu söz, ruhi/manevi manada “temiz” manasına geliyordu. Onlara, ‘kutsal arınma törenini geçen insanlar’ adını veriyorlardı.
Suyla vaftiz, Altay’da ortaya çıktı. Kendisinin fiziki ve ruhi/manevi temizliğine itina gösteren bir kavimde. Bugün, bunu Hristiyanlara ve başkalarına atfediyorlar ki, hiç de doğru değildir. İlk Hristiyanlarda bu yoktu, olamazdı. Onu, Avrupa’da ancak Kıpçakların gelişlerinden sonra öğrendiler. Bu, inkarı mümkün olmayan bir hakikattir ki, bunu Hristiyan tarihçiler bile gizlemiyorlar. IV. yüzyılda burada, içinde Hristiyanları vaftiz ettikleri havuzlar yapmışlardı.
Bir de, Tengri inancı geleneğinin muhafaza olunduğu Tibet’te, arı-alkın ve arı-sili törenleri, eskiden olduğu gibi, hala duruyor…
Demek ki, Ermeni piskopos, Tengri dinine giren ilk Avrupalı idi. Böylece açık ruhlu Türkler, Batı ile ittifaka karşı kendi tavırlarını izhar ettiler… Grigoris’i vaftiz ettikleri göl bile biliniyor. O, Kayakent köyü yakınında ve Aci, yani “haç-gölü” adını taşıyor.
Türk din-adamları, (ruhen!) temizlenmiş olan Grigoris’i Hamrin şehrine gönderdiler ve orada kendisine evrensel ağacın sırrını açtılar. O, Türklerin kutsal metinlerini görmüştü; ki bunlar bugün, bazı parçalara bakılırsa, Kur’an’a da girmişlerdir. Ancak, o zaman, sırların açıklanmasından sonra, ona sağ elin iki parmağını –baş ve adsız parmağı- birleştirme izni verdiler. Bu, ilahi rahatlama işareti oluyordu.
İki parmağı bu şekilde birleştirme, Doğu’da Gök Tanrı’ya bağlılık manasına geliyordu. Onları alına, göğüse, sol omuza, sağ omuza indirirlerdi… Türkler, bu hareketlerle Gök Tanrı’dan himaye ve iltimas diliyorlardı. (Bu şekilde istavroz çıkaran ilk Hristiyan, yine piskopos Grigoris oldu.)
Hristiyanlar haçın gücünü bilmedikleri gibi, istavroz çıkarmayı da bilmiyorlardı. Bunu da Kıpçaklardan aldılar.
Grigoris, onlara, Avrupa’da kendisine ibadet olunan İsa (Hrista)’yı ve Hristiyanlara yönelik baskı ve zulümleri anlattı. Türkler, İsa (Hrista)’yı Gök Tanrı’nın oğlu kabul ederek, Grigoris’e inandılar. Bilhassa Geser’e, yani Türk kavminin Peygamberi’ne. Ona, kısa ve kolay anlaşılır kelimelerden oluşan dualar ithaf olundu.
Gök Tanrı dininin ‘semavi’ olduğunu ne kanıtlar?
“Biz sana Geser’i verdik, öyleyse sen de Rabbine dua et…”; (Geser= Tanrı’nın Eski Altay’a, insanları dürüst/dindar bir hayata sevk etmek için gönderdiği oğlu) Bu satırlar, Tanrı’nın öğütlerinden. (Bugün onlar, Kur’an’ın 108. suresi oldular). “Geser” (Kausar, Kevser) sözünün manası, bugüne kadar Doğu’da her ne kadar unutulmamışsa da, burada artık herkes hatırlamıyor.
Grigoris, uzun süre ayinlerin sırlarını özümsedi. Derbent’te bir Hristiyan kilisesi yapmasına yardım ettiler. (Daha sonra bu kiliseye –Kafkas’ta ortaya çıkan ülkenin ismiyle- Arnavut kilisesi adı verildi; Geser şehri, anlaşılan, Kafkas Arnavutluğu’nun şehirlerinden birisiydi.)
Ermenistan, Avrupa’daki ilk kilisenin, kendisindeki yeni Hristiyan kilisesi olduğunu iddia etti. Bu, 301 yılında olmuştu. Orada Tengri’yi ve onun haçını kabul ettiler. Ermeniler, Türklerin ayin törenini benimsediler. (Hristiyanların kendi törenleri bile yoktu; onlar Yahudi dininin sinagoglarındaki kaidelere göre dua ediyorlardı.)
Eski kaidelerden ilk olarak Ermeniler uzaklaştılar; böylece Roma’da infiale sebep oldular. İmparator Diokletian, o zaman, yeni Hristiyanlara yönelik meşhur baskı ve kovuşturmalarına başladı.
Ne var ki, takipler, idamlar, sürgünler artık korkutmuyordu. Sadece, yeni dinin taraftarlarının sayısı arttı… Türk ruhi/manevi kültürünün tohumları, pagan Roma’nın taşlık topraklarında bile bol ürünler verdiler! Çünkü, dünyada Gök Tanrı’dan daha güçlü kimse yoktur!
Roma imparatorluğu kavimleri, korkmadan, eski tanrıların güçsüzlüğünden söz ediyorlardı. Herkes, Jüpiter’den açıkça yüz çevirdi. Merkür’ün heykellerini yıktılar; putların heykellerini kırdılar…
“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”
Sonunda Roma’da bunu anladı. İmparator Diokletian, yeni Hristiyanlığı kabul etmeyi bile istedi, fakat korktu. Ümitsizlik içinde tahtı terk etti ve saraydan ayrıldı. Bilge politikacı, birdenbire, Türklere yenildiğini hissetmişti.
Yenilmişti, onlarla savaşa bile girişmeden!
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)