Gök Tanrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gök Tanrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hristiyanlar Gök Tanrı’yı Sahiplenip, Nasıl Türkler’in Elinden Aldı?


Belki de Batının Türkleri tarih boyunca baskı altına almaya ve özünü unutturmaya çalışmasının temel nedeni buydu. Bizi eski inancımızdan uzaklaştırarak, kendi yaptıklarını sonsuza dek hasır altı edebilmek…
İmparator Kostantin’in İhaneti
Roma’nın dünkü kolonisi, yıldan yıla görülmemiş bir güce kavuştu; Kıpçaklar sayesinde, hızla mamur bir ülke haline geldi. Türklerle ittifak, onu kazançlı çıkardı. Grekler, kendi şartlarını Mısır’a, Filistin’e, Suriye’ye ve bizzat Roma’ya dikte ettirdiler. Fakat bunlar Konstantin’e artık az geliyordu.
325 yılında Konstantin, İznik şehrinde bütün Hristiyan din-adamlarını topladı. Bu, İznik ismiyle bilinen ilk ruhaniler toplantısı (Ekümenik konsül) idi.
Konsül, tek bir hedef gözetmekteydi. Bunu saklamadılar bile. İmparator, Konsül’e Hristiyanlığın kilisesini kurmayı emretti; fakat bu kilise, artık Türk modeline göre değil, Grek modeline göre olacaktı. Uzun yıllar zihninde taşıdığı, uğruna her yola başvurduğu, işte buydu.
Grek kilisesinde Tengri ve Hristos, Konstantin’in fikrine göre, tek bir şahsiyet, daha doğrusu tek tanrı halini aldılar… Grekler, böylece, Tengri adını kullanarak, ilahi gücü ele geçirmeye karar vermişlerdi. Bunun için onlara İznik konsülü ve kendi kiliseleri gerekliydi.

Fakat, Tengri’yi kendi kiliselerine kapatıp, Türklerin dualarına, ayinlerine/törenlerine, mabetlerine saldırdılar… Onların ruhi/manevi kültürlerinin hepsine. Türklerin yüzyıllar içinde biriktirdikleri, şimdi Bizans’a, onun kilisesine geçiyordu. Bu, Türk milletine karşı işlenmiş bir suç değil midir?! Böyle itina ile sakladıkları, bu değil midir?!
İznik konsülünde hiç kimse, imparator Konstantin’in emrettiği şeyi anlamadı bile. Anladıkları zaman ise, öfkelendiler. Tanrı ile insanı birleştirmek, düşünülemeyecek kadar büyük bir saçmalıktı. Bu bir hakaretti.

Tengri’yi ilk olarak Mısırlı piskopos Ariy müdafaaya kalktı. O, Tanrı’yla insanı aynileştirmenin imkansız olduğunu söyledi. Çünkü, Tanrı ruh, insan ise cisim, yani Tanrı’nın eseridir; o, ancak Tanrı’nın iradesi üzerine doğar ve ölür. Ariy, çok tahsilli bir adamdı. O, güvenle inandırdı. Onu, Ermeni, Arnavut, Suriye ve diğer ülkelerin kiliselerinin piskoposları selamladılar. Onlardan hiç biri, tabii ki, Hristo’yu inkar etmiyorlardı; fakat hiç biri Tanrı ile onu aynileştirmediler. Gök (Tanrı)’ün cezasından korktular.
İhtilaf hüzünlü bitti. İmparator Konstantin, kendisine muhalefet edilmesine müsaade etmeyeceğini söyleyerek, anlaşmazlığı kaba bir biçimde kesiverdi.
Fakat, muhalif piskoposlar fikirlerini değiştirmediler. Onlar, Konstantin’in emrine boyun eğmediler ve Tengri’yi Hristo’ya eş tutmadılar. Diğer bir deyişle, Derbent’te Türk din-adamlarının kendilerine öğrettikleri temiz dini muhafaza ettiler.
Ermenistan, Kafkas Arnavutluğu, İveriya (Gürcistan), Suriye, Mısır, Habeşistan’ın hıristiyan kiliselerinde, Tengri, gerçek Tanrı olarak kaldı. Sadece O’na dua ettiler. O’nun suretinin benzeri, ikonlar üzerinde tasvir olundu. O’na mabetler tahsis ettiler.
Şaşırtıcı olan şu: Türk hanları, İznik konsülünün farkına varmadılar; onlar sanki başka bir dünyada yaşıyorlardı. “Tanrı’dan başka tanrı yoktur” düşüncesiyle yaşıyorlardı.
Grekler bu defa da kurtuldular. Kendilerini tekrar aklamak için, Hristo’nun öğrencilerinin notlarını bulduklarını ilan ederek, Yeni Öğüt’ü [Ahd-i Cedid’i] –Hristo’nun fiilleri ve soy ağacı ile ilgili kitabı– uydurdular… Onların yalanı bitmiyordu.
Anılar nasıl bulunabilir? Nerede? Hristo adıysa, ancak II. yüzyılda ortaya çıktı. (Greklerin kendi ağızlarından ortaya çıktı!)
Türkler, bu gibi durumlarda, “Göğe tükürürsen, kendi yüzüne düşer” diyorlar.
Bununla birlikte, Yeni Öğüt’ü [Ahd-i Cedid’i] uyduranlar, kendilerini çok zahmete sokmadılar. Grek redaktörler, Geser (Tengri’nin oğlu)’le ilgili olduğunu bile bile, onun kahramanca davranışlarının bir bölümünü, Hristo’ya mal ettiler; bazı şeyleri ise, açıkça, Buda’nın hikayesinden aldılar.
Dinden çok uzak bu tür politikacılarla, böyle insanlarla Hıristiyanlığın ana kitabı oluştu; bu tür politikacılar, ona daha sonra birçok kere yeniden yazdılar. Bunun gerçek dinle hiçbir ilişkisi yoktu.
Konstantin, tam bir politikacı idi; o, her şeyden haberdar olduğunu, kendi kilisesini kurmak için elverişli bir an seçmek suretiyle, ne yaptığını çok iyi biliyordu. O sırada, Kıpçakların Alanlarla ilişkileri aniden ve köklü bir biçimde gerginleşmişti; Grek yenilikleriyle o kadar da ilgilenmediler.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Erke Han ve Gök Tanrı İnancı


Dünya, Kuşan hanlığının azametini I. yüzyılda öğrendi; ünlü hükümdar Kanişka, Türkleri meşhur etti. Bereket versin ki, onun gerçek adı, bugüne kadar muhafaza olunmuştur (sikkeler üzerinde “Kanerka olarak yazılıdır).
Filozof, şair, parlak bir komutan ve yönetici olan Han Erke, Türk kültürünü kimsenin yapamadığı kadar yükseltti. Onu, Şark’ta zirveye çıkardı. Onun huzurunda, “Türk” sözünü, sesleri titreyerek telaffuz ediyorlardı. O kadar kutsal bir sözdü.
Han Erke, 78 yılında Kuşan hanlığı tahtına oturdu; onu 23 yıl yönetti. Bilge hanın en birinci silahı, ne taş, ne ok, ne örme demir zırhtı; sadece söz idi. Dünyanın en kudretli sözü:“Tanrı”. Kendisine ve bütün Türk dünyasına zaferler kazandıran asıl oydu.
Han Erke, Şark’a Tengri inancını hediye etti.
Törenleri ve duaları çok güzel bilmesi ve kendi öğretisi ona yardım etti. Onun dili, güzeli ve doğruyu seslendirirdi; saatlerce onu dinlerlerdi. Hükümdar, çok geniş bilgili bir kişiydi. Yabancılar-Türkler için değerli olan şeyin altın, dalkavukluk ya da diğer insanlar üzerinde hakimiyet kurma olmadığını; Şark’ın insanları hanın konuşmalarıyla, makul politikasıyla öğrendiler. Onlar için değerli olan hareketler ve asalet idi. Hükümdar, milletin yüzü, zatı idi. Ona inandılar. Demek oluyor ki, millete inandılar.
“Cennet ve cehennemi dünyada edinirsin, çünkü Tansı sen ne kadar hak edersen onu verir.”
Han Erke, her kişiyi, kendisi ve akrabaları için, cenneti ve cehennemi bizzat kendi davranışlarıyla dünyada iken hazırladığına bilgece inandırdı. Kendi musibetlerinden ve felaketlerinden kimseyi sorumlu tutamayacağını, o öğretti. Sadece kendisini. Çünkü Tanrı, sen ne kadar hak ediyorsan o kadarını tam olarak veriyor.
“İyilik yap, dünya sana daha iyi olsun.”
İşte o, İlahi Mahkeme; dünyadaki en adil mahkeme… Olan şu: Sonsuz Mavi Gök’ün altında sadece sen, senin hareketlerin ve onları yargılayan Tanrı. Geriye kalan her şey o kadar da mühim değil. Yeni dinin ana-fikri son derece basitti: İyilik yap, dünya sana daha iyi olsun… Bu saf hakikati kavrayan insanlar, onu kabul ettiler. Ki, başka hiçbir millette benzeri bilgelikler yoktu. Türklerin manevi/ruhi kültürüne bu çekici geldi… Her şey senin ellerinde. Sadece bunu hatırla.
Türkler, mesela, ruhların ebediliğine, ölümden sonra kendilerinin tamamen değişeceklerine inanmışlardı. Herkes, gelecek hayatta en koyu günahkarın bile bütün günahlarını affettirebileceğini öğrenmişti. Şimdiki hayatta ona şans ve ümit verilmişti. Tengri’ye olan bu inanç, insanların ruhlarını güçlendirdi; fedakarlığa davet etti.
Han Erke, bıkıp usanmadan, “Kurtuluşun davranışlarda” olduğunu öğretti.
Türklerin Tengri adına yaptıkları ayin/tören, yabancıları hayretler içinde bırakmıştı. Bu, gerçekten azametli idi. Tam bir tören havasındaydı. Gök Tanrı’nın adı çabuk unutulmadı. Törenin ayırt edici hususiyetleri vakurluk ve düzenlilikti. Öyle ihtişamları, öyle şatafatları, pagan dünya bile bilmiyordu. Onlardan haberdar değillerdi.
Türkler, putperestlere başka bir gezegenden gelmiş yabancılar gibi gözüktüler. Onların her şeyi iyi ve saf idi; onun için, Altay’ı, Şark’ta “Cennet”, Yeryüzü Cenneti, kendilerini ise, Ariler olarak isimlendirdiler. Bu ad (Hindistan’daki Şambxkala gibi) Türk milletinin ana-vatanının adı olarak binlerce yıldan fazla yaşadı; oradaki atlılar hakkında efsaneler düzdüler.
Kuşan şehirleri Han Erke döneminde, çanların melodik sesleri altında uyandılar: Din adamları, milleti sabah duasına çağırdılar… O heyecan verici dakikalar hakkında, belki sadece tahminde bulunulabilir. Ne yazık ki, onlar hakkında çok az şey biliniyor. Bu çanlar tam nasıldı? Onları çalanlar nasıl görünüyorlardı? Şimdi kimse bilmiyor. Fakat çanlar var idiler (bu, kazılardan biliniyor). Hatta bizzat “çan” kelimesi, mümkündür ki, tam bu uzak yıllarda ortaya çıktı. O, eski Türk dilinde Gök’e çağrı manasına geliyordu. Kelimesi kelimesine: “Gök’e dua edin.” Ve insanlar dua ettiler.
Onlar, dua tören-ayinlerini mabetlerin etrafında ulu Gök Tengri’nin altında kutladılar… Bir zamanlar Altay’da, kutsal dağların etrafında tıpkı böyle dua ederlerdi. Mabetleri, kalıntılardan anlaşıldığına göre, ufak yapmışlardı. Önceleri, bu mabetler kutsal dağları hatırlatma vazifesi gördüler; sonra mimarlık nesnesi oldular.
Mabetin iç hollerine girmek yasaktı. Sadece din adamları, onlar da çok kısa bir süre için, girerlerdi. Fakat, onlar bile orada nefes alma hakkına sahip değillerdi… Kutsal yerdi!
Diğer milletlerin adetleri başka türlüydü. Orada inananlar mabetlere giriyorlardı. Mümkündür ki, Türkler bu geleneği sonradan benimsediler (bunun veya diğer kültürlerin gelenekleri nasıl geliştiklerini, bazılarının yerlerini niçin başkalarına bıraktıklarını bugünün ilmi fazla aydınlatamıyor.)
Duadan önce semavi buhur/günlük yakmak adettendi. Buhuru taslar (buhurdan) içinde yakıyorlardı. Eski bir Altay efsanesine göre, pis/kötü güçler, tütsü kokusuna dayanamıyorlardı. (Tören/ayin, eski Türk dilinde “savuşturmak/vazgeçirmek”, “ürkütüp kaçırmak” manasına gelen “kadıt” kelimesiyle adlandırılıyordu.)
Tanrı’ya, alçak bir sesle şarkılar söyleyerek dua edilirdi. Koro, Gök Tanrı’yı ululayan ilahi melodileri beliğ bir şekilde terennüm ederdi. Bu şarkı-dualar “ırmaz” olarak isimlendirildi. (Kelimesi kelimesine “bizim şarkılarımız”.)
Tengri’nin haçı her yerde…
Her yerde Türklerin manevi/ruhi kültüründe Tengri’nin eşkenar (dört kolu aynı uzunlukta) haçı vardı. Ona Şark’ta “vadjra” dediler… Han Erke, inançların yayılmaları için güç kullanmaktan kaçınmadı. Şark kavimlerinin anılarında kalan hadiseler… Büyük hadiseler. Tengri’nin haçları, o zamanın “Kuşan” hanlığı döneminin Türk şehirlerinin ve mabetlerinin yıkıntıları, arkeologların gözlerinden kaçmadı, bunlar biliniyor.
O sırada Tengri’ye inanmayan insanların ruhlarını kaplayan inanılmaz kargaşa hakkında sadece tahmin yürütmek mümkündür. Onlar, haddinden fazla baskılar altında olduklarından “şaşırdılar”. Kendi zaaflarına mağlup olarak, ıstırap çektiler.
Tabii, ülkedeki demirin, mükemmel bir ordunun ve refahın -Tanrı için yapılan törenler gibi tam olmasa da-, Türk kültürünün mümtaz yüceliğine inandırdığını unutmamak gerekir. İşte Altay’ın, sonra da Kuşan hanlığının, Şark’ın manevi/ruhi merkezi oluşunun sebebi. Türklere, onların ana-vatanına, cennete gelir gibi geldiler… (Söz açılmışken, çok eski zamanlara ait coğrafya haritalarında, Altay’ın gerçekten Yeryüzü Cenneti olarak isimlendirildiği biliniyordu.)
Han Erke’nin sözü Apokalipsis’te yazılıdır…
Buraya diğer kavimlerin elçileri geldiler; onların kültürünü öğrendiler. Kuşan hanlığındaki yabancılar için Kandahar sanat mektebi ve manevi/ruhi eğitim merkezleri açtılar. Anlaşılan, bu merkezlerin benzerleri Altay’da da vardı.
Altay’da, zamanında Musa’nın arkasından buraya gelen Yahudi Yeşua tahsil görmüştü. Bu konudan Kur’an’da dolaylı olarak söz ediliyor. Bu Yeşua, sonra Roma İmparatorluğu’na, Gök Tanrı’nın atlıları ile ilgili haber götürdü. Onun sözü, Hristiyanların en birinci kitabı olan Apokalipsis’te yazılıdır. Bundan dolayı, onu İsus Hristo (İsa) olarak adlandırdılar… Veya, “Tanrı’nın Yakını”, yani “Tanrı’yı gören kişi”!
Kuşan hanlığının hükümdarlarının sık gelen ve istenen misafirleri, Hindistan’ın ve Tibet’in din adamları oldular. Olmamaları da mümkün değildi; çünkü Han Erke, Keşmir’i kutsal şehre, hac mahalline dönüştürmüştü…
Altay’lı hacıların Keşmir’de kendi mabetleri vardı; orada Türk dili hiç susmadı. Anlaşılan, bu, hala meşhur olan Altın Tapınak idi.
Han Erke, gücünü ve zamanını hayırlı işlere verdi; bu, bütün Türk dünyasına cömertçe ürünler getirdi. Buda’nın taraftarları IV. Konsül’lerini Keşmir’de topladılar. Buraya Şark’ın çok meşhur Budistleri toplandı. Onlar, Tengri adını ve onun öğretisini burada tanıdılar ki bu öğretiler, Budizm’in yeni muhtevasını (mahayana) doldurdu.
Yeni tören/ayinlerin metni, bakır levhalar üzerine yazıldı; bunlar çok geçmeden, Çin’de, Tibet’te, Moğolistan’da Budizm’in kutsal metinleri oldular (ve hala duruyorlar)… Bu levhalarla, daha doğrusu, IV. Konsül’le, Budizm dininin, daha sonra “lamaizm” adını alan yeni bir kolu doğdu.
Şark’ın büyük eğitimcisi Han Erke, bilgeliğiyle, kendisine müttefikler buldu. O, Budistlerce kutsal şahsiyetlerden sayılıyor; adını dualarda zikrediyorlar; sadece Türkler, kendi meşhur hanlarını hatırlamıyorlar.
… Bereket versin ki, bu yüce insanı diğer milletler hatırlıyorlar.

Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Eski Türklerin yaşam gücü: Kut


Kut; Türk, Moğol ve Altay inancında kutsal enerji, yaşam gücü anlamında kullanılmaktadır. Hut, Kud, Gut da denir. Moğollar Kutag, Hutag derler.
Kutsal yaşam gücü, bereket, hayat verici, mübareklik, canlılık gibi anlamları vardır. Yiğitler kut sayesinde ölümden kurtulur veya yaşama döner. Bu güç Tanrı’dan kaynaklanır. Tanrı bu gücü geri çekerse kağanlar tahtı ve yaşamlarını yitirirler. Padişahların ve soylarının kanı kutlu sayıldığından, hanedandan birisi idam edileceği zaman boynu kılıçla vurulmaz, yay kirişiyle boğularak öldürülür. İnsanın kutu doğmadan önce gökyüzünde yer alır. Şarap gibi akıcı, su gibi durudur.
Çağdaş Türkiye Türkçesindeyse kut şu anlamlarda kullanılmaktadır:
1. Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç.
2. Mutluluk.
3. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket.
Jean-Poul Roux “Altay Türklerinde Ölüm” adlı eserinde kut kavramına çok geniş yer vermiş olup, bu kitabında kutu şu şekilde izah etmektedir;
- Akışkan, jelatine benzer bir madde,
- Zihin, ruh, hayati güç,
- Şans, talih, uğur,
- Sürüleri koruyan bir muska ya da nazarlık.
Eski Orta Asya Türk ve Moğol inanışlarına göre, yaşam kaynağını Gök Tanrı’dan alır. Yiğitler Tanrı’nın kendilerine inayet ettiği kut sayesinde ölümlerden kurtulur ve başarıdan başarıya koşarlar. Beyler ve kağanlar kutsanmıştır, yani kut sahibidir. Ancak doğuştan itibaren kut sahibi olabilmek için çeşitli ritüeller gerekir. Tanrı’nın kut’u geri çekmesi kağanın tahtını ve yaşamını yitirmesi anlamını taşır. Bunun için eski Altay inanışlarına göre Tanrı’dan kut dilenir. Örneğin, ilk Türk eserlerinden Irk Bitig’de; Tanrı tarafından kutu alınan bir savaşçının, Gök Tanrı’ya yakarışı ve eski gücünü yeniden kazanması anlatılır. Kutun değişik türleri vardır.
Bor Kut: Cisimleşmiş kuttur. Bir nesneyi temsil eden onun küçük bir modeli gibidir. Yer ruhudur.
İye Kut: Bir varlığı koruyan ruhsal enerjidir ve tamamen soyuttur. Ana ruhtur.
Sal Kut: Hareketli kuttur. Rüzgar gibi esebilir. Hava ruhudur.
Bu inancın Sahalardaki adı Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) veya Tanara Üöreteğe (Tanrı Öğretisi)’dir. Sahaların günlük yaşamlarında bu inancının izlerini her zaman görmek mümkündür. Kut, bütün canlı varlıkların ruhu ve yaşam enerjisidir. Kut üç unsurdan oluşmuştur. Bor kut (toprak-can), Salgın kut (hava-can) ve İye kut (ana-can). Bazı saha efsanelerine göre kut Ürün Ayı Toyon tarafından verilmektedir. Bunu ilahe Ayıhıt insanlara getirmektedir (ulaştırmaktadır). Bazı hikâye ve masallarda Ağa kut (baba-can) ve Sür kut (hayat-can) ifadelerine de rastlanmaktadır.
Kutun bedenden ayrılması ile ölüm gerçekleşmez ama kişide var olan kutsallık ortadan kalkar, o kişi sıradanlaşır. Kut, insan için kesinlikle bir güç ve uzun ömür kaynağıdır. Birey onsuz hayatını çok da fazla uzun sürdüremez. Ancak tin (ruh) bedenden ayrıldığı vakit, kişinin ölümü hemen gerçekleşmiş olur.
Altay kavimlerinde kut
Eski Türklerde öldükten sonra göğe çıkılacağı inancı hakimdir. Bununla birlikte başlıca ikametgahı gökte olan insan ruhları, bir dağda mensup olduğu boyun ilk yerinde, evinin çevresinde, bozkırda gezebilir. Ruh, mezarda boy’un atalarını temsil eden ongunlarda, öldürülen düşman yansıtan balbal taşlarında ve boy’un bayrağında (tuğ) barınabilir. Bu biçimde ruhun dünyaya dönüşü mümkündür. Ayrıca ölen kişinin öldürdüğü hayvanların ve insanların öteki dünyada ona hizmet edeceğine inanılır. Bu yüzden hayvanları ile birlikte gömülür. Her öldürdüğü düşman içinse taş (bal-bal) dikilir. Hayvanları öldürmek bu yüzden kurallarına uygun bir biçimde yapılmak zorundadır. Hayvanın iskeleti korunmak zorundadır ve kanı -yani “Yaşam gücü” sayılan kutu- akıtılmamalıdır. Moğol Kağanı Cengiz Han Büyük Yasası; kan akıtılmadan öldürme biçimini şöyle açıklar: Bir hayvan kesilirken bacakları bağlanmalı, karnı açılmalı ve ölünceye kadar kalbi elle sıkılmalıdır”. Altay kavimlerince (Türkler, Moğollar…) böyle olursa hayvanın yeniden dünyaya geleceğine inanılır. Nitekim Osmanlı’da da bu eski Türk geleneği vardır. Padişahların kardeşlerini öldürmesi bir gelenektir. Ama öldürme biçimi eski adetlere uygun yapılır. Kanı, yani kutu (Yaşam Gücü) akıtılmadan yay kirişiyle veya kayışla boğulur.
Günümüzde bu kelime uğur, şans anlamında kullanılmaktadır. Kutsamak, kutlamak… gibi bereket ve esenlik bildiren kelimeler kut- kökünden türetilmiştir.
Devlet geleneğinde kut
Devlet geleneğinde kut inancı, Türk devletlerinde başta olan insanların, kendilerine bu görevin Tanrı tarafından verilmiş olduğuna inanmalarıdır. Osmanlı padişahlarında da bu inanç görülür ve yazdıkları fermanlarda Zillullah unvanını da kullanırlardı. Zamanla bu inanç halk tarafından da benimsenmiştir.
Herhangi bir kişinin yönetici olmayı hak etmesi için Tanrı’nın ona “kut” vermesi gerekir. Türk yönetim felsefesinde “Gök Tanrı” dan gelen “kut”, yöneticilerin yönetmiş oldukları toplum üzerinde âdil bir yönetim tarzını ortaya koymaları için vermiş olduğu “geçici” bir yönetim yetkisidir. Başarılı olmayan, sorunları çözemeyen kağan Tanrı tarafından kendine verilmiş olan “kutu” kaybetmiş sayılır. “Kutu” alınmış olan kağanının Türk Milletini yönetme hakkı yoktur. Kağanın almış olduğu “kut”, onun sezebilme, hissedebilme, anlayabilme, kavrayabilme ve toplumu yönetebilme yeteneğini canlı tutar. “Kut”un hakkını vermenin temel ölçüsü ise kağanın “bilgeliğidir”.
Türk yönetim tarihinde kağan ve hükümdarlarının kullandığı ad ve unvanları kut anlayışı ile bağlantıları bakımından önemlidir. Meselâ, Türk tarihinin önemli liderlerinden Mete’nin unvanları; “Tanrı-kut” ve “İdi-kut”; Göktürk kağanının unvanı ise “Kutlug Beg”dir.
Kut kavramının kökeni
(Kut/Kud) kökünden türemiştir. Temizlik anlamını içerir. Farsça Hüda kelimesinin dönüşmüş biçimi olduğu öne sürülse de, aslı Türkçe Kut (kutsallık, kutluluk) kökünden türemiştir. Bereket, yaşam gibi anlamlar içerir. Kutan, dua, yakarış demektir. Evenk dilinde Khutu sözcüğü kutsallık manası içerir. Kudagaçı sözcüğü, büyücü, şaman anlamına gelir. Kuthu şeklinde Tunguzcaya ve Hutu şeklinde Mançucaya geçmiştir. Sümercede de ayen Kut biçimiyle yer aldığı görülmektedir. İtelmenlerin (Kamçadalların) Kuth veya Kutka (Kutku) adlı dünyayı ve canlıları yaratan bir Tanrıları vardır.
Uta
Türk, Altay ve özellikle Moğol halk inancında ve şamanizmde ruh enerjisi. Koruyucu ruh ve (daha doğrusu ruh şeklinde düşünülen) koruyucu enerjidir. Kut’un farklı bir türü olarak kabul edilir. Bazen iyicil ruhları tanımlamakta da kullanılır. Sözcük Moğolca kökenlidir. Dagur dilinde Huta, duman anlamına gelir ve yarı şeffaf (yarı soyut) bir görüntüyü ifade etmektedir. Utga ise Moğolca’da his demektir.

Gök Tanrı’nın Taşıdığı Özellikler


Eski Türklerde inanılan ancak tek bir Tanrı vardır ve bu Tanrı’ya, saygı ifadesi olarak yüce Tanrı anlamında Gök Tanrı denilmiştir. Gök Tanrı evrenseldir. Şafağı söktüren, bitkiye hayat veren, insanlara canlarını bağışlayan, dilediği zaman geri alan, cezalandıran, affeden odur. Yalvaranın ömrünü uzatır, atlarını çoğaltır, kuzunun yakarışını bile duyar. O her şeyi görür, bilir ve iradesine karşı gelinmez. Türk milletinin başına kağanı o tayin eder. Kağana güç veren de odur.(1)
Tanrı ve Allah kelimeleri geçmişte olduğu gibi bugün de aynı anlamda kullanılmaktadır. Gök Türk kitabelerinde Tanrının özellikleri İslam dininde belirtilen Allah’ın sıfatlarına çok yakınlık göstermektedir. Tanrı sonsuz bir hayata sahiptir; ezeli ve ebedidir. Tanrı her şeyi yaratır. Tanrı yaşatır ve öldürür. Tanrı üstün bir kudret sahibidir. Tanrı insan kaderine hâkimdir, insana güç, başarı, zafer verir. Acunu yönetir. Tanrı irade sahibidir. Tanrı kelam sahibidir. Tanrı her şeyi en iyi bilendir, insana bilgi verendir. Tanrı esirgeyici ve koruyucudur. Tanrı kulun duasını kabul edendir.(2)
Gök Tanrı öncelikle tektir, eşi ve benzeri yoktur. Yaratıcıdır; bilinen ve bilinmeyen her şeyi O yaratmıştır. Savaşlarda O’nun iradesi ile zafere ulaşılır. Buyurur, iradesine uymayanları cezalandırır. İnsanlara kut ve ülüg (kısmet) bağışlar ama bunları layık olmayanlardan geri alır. Canlılara yaşam verir. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Varlıklara yaşam verdiği gibi, dilediğinde de onu geri alır. Tanrı kara-yol, yani kanundur, haktır; kırılanları birleştirir, yırtılanları ular, doğru insanı ve yalancıyı bilir. O’na diz çökerek dua edilir, isteyene kut verir, isteyene at, ömür verir; kuzgunun niyazı bile ona ulaşır. İnsanlar ölümlü, Tanrı ebedidir.(3) Ayrıca Onun lütuf, irade, gazap özellikleri vardır.(4)
Gök Tanrının Tek Tanrılık Mahiyeti
Türklerde hiçbir şekilde “tanrılar” şeklinde çoğul bir kullanım görülmemektedir. Gök Tanrı her şeyden önce “Tek Tanrı” demektir. İbn Faldan, Oğuzların “Bir Tengri” dediklerini aktarıyor ki bu “Bir Allah” anlamına gelir. Moğol Kağanı Möngke Fransa kralına “Tanrı ancak bir ve ebedîdir” şeklinde cevap vermektedir. Tek Tanrı, “Bayat” ve “Mengü”, yani kıdem ve beka sıfatlarına sahiptir. Orhun Kitabeleri’ne göre “Zamanı Tanrı yaşar”, Bulgar Kitabesinde ise bu husus “İnsanlar fânî, Tanrı ebedîdir” şeklinde açık olarak dile getirilir. Bu özelliklere sahip Tanrı sonradan var olanlara benzemez.
Rubruk’un aktardığına göre, bir Uygur Türküne “Tanrı bir cisim midir?” diye sorulduğunda onun “Hayır, O bir ruhtur, hiçbir cisme benzemediği gibi heykeli de yapılamaz” demesinden bu husus anlaşılmaktadır. “Tengri teg Tengri” ifadesi Tanrının Vacibü’l Vücud” olduğunu anlatmaktadır.(5)
Gök Tanrı, Yaratıcılık vasfına da sahiptir. Yaratmakla ilgili olarak Kitabeler ve destanlarda kılmak, törütme ve yaratma tabirleri geçmektedir. Kılmak, vücut bulmak, yapılmak anlamına “Bizzat kendim Çin İmparatorluğu zamanında kılındım”(6) şeklinde geçmektedir. Bahaddin Ögel’e göre eski Türkler yaratılmak için kılınmak fiilini kullanırlardı.(7) Yaratma, biçim vermek, tertiplemek, tesis etmek, kurmak, oluşturmak, yapmak anlamlarında kullanılmıştır. “Tanrı gibi Tanrı tarafından yaratmış (var edilmiş) Türk Bilge Kağan” (8)
“Tanrı buyurduğu için ben de tahta oturduğumda kavmi yarattım tanzim ettim.”, “Onlara ayrıca bark yarattım / yaptırttım.”(9)
Törütme, Kitabelerde “törimiş” varlığa getirmek anlamında alınarak tanrıyla birlikte kullanıldığında yaratılmış anlamına geldiği ifade edilmiştir.
“Zamanı Tanrı takdir eder, kişioğlu hep ölmek için törümiş.”(10)
“Yeri O yarattı /töritti, O’na yer olmaz”(11)
“Tanrı âdemi türitti /yarattı, Tanrı alemi türitti.”(12)
Gök Tanrı, semavi dinlerin ilahlarında görülen ortak özelliklere uygun olarak, kudretli ve aşkın “Yüce Tanrı” şeklinde kendini göstermektedir. Kitabelerde açıkça bu hususu belirten semavî, yüce, güçlü terimleri yer almaktadır. Ebedî anlamındaki bengi terimi daha sonra Moğol çağında görülmektedir. Aynı şekilde yaratıcı sıfatıyla O, açık bir biçimde ancak Altay Türklerinde ve Yakutlarda görünüyor. Bu bakımdan Türk topluluklarının Tanrı telakkisinde, zaman içerisinde bir yükselmenin olduğu dikkat çekmektedir. Ancak bu gelişmelere rağmen, Tanrı kavramının orijinal yapısını devam ettirdiği dikkate alınırsa, Türklerde Gök Tanrı’nın en azından mefhum olarak yaratıcı ve kadir-i mutlak Tanrı şeklinde varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır.(13)

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ

Alıntılar:
(1) Hikmet Tanyu, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s.28-33
(2) Hikmet Tanyu, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 28-34
(3) İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s. 295-296.
(4) Liu Mau Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 590-591
(5) Sait Başer, Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmâü’l-Hüsnâ Açısından Bakış, İstanbul 1991, 15-29.
(6) Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları,c. 2, s. 110.
(7) Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, c. II, s. 88-89. Bkz. Numan Durak Aksoy.
Türk Yaratılış ve Türeyiş Destanları ve Dinî Motifler, Yüksek lisans Tezi, Kayseri, 1993.
(8) Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, c. 1, s.22.
(9) Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, c. 2, s.56-58.
(10) Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, c. 2, s.52.
(11) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, s.13.
(12) İsmail Taş, Türk Düşüncesinde Kozmogoni-Kozmoloji, s. 36.
(13) Harun Güngör, “Eski Türklerde Din ve Düşünce”, Türkler, c.3, s. 262

Tengri’nin (Gök Tanrı) Kavramsallaştırılması


Tengri kelimesi, tarih öncesinden beri Asya kıtasında var olagelmiş ve ifade ettiği anlam Çin sınırından Güney Rusya’ya, Kamçatka’dan Marmara denizine kadar bütün Asya kıtasında kullanılagelmiştir. Hem “Gök”, hem de “Tanrı” anlamına gelen Tengri kelimesi Türk ve Moğol söz dağarcığına aittir.
Çok tanrılı olan Altay halkları Tanrılarını ve Yüce Tanrıyı ifade etmek için bu kelimeyi kullandıkları gibi, Türkler ve Moğollar tarihleri boyunca kabul ettikleri evrensel dinlerin hepsinde de Tanrı kelimesini aynen korumuşlardır.(1) Büryatlar O’na “Tengri”, Volga Tatarları “Tengere”, Beltirler “Tingir”, Yakutlar “Tangara” ve Çuvaşlar da “Tura” derler. Çeremisler semavi tanrıya “Gök” anlamında “Yume”, Ostyaklar ve Vogullar “Num ture” (çok yüce, yüksekte yaşayan), daha güneydeki Irtiş Ostyakları ise anlamı “parlak, ışıklı, aydın” olan “Senke”den “Num Senke” (yüksekten gelen Senke) ve “Yem Senke” (yi Senke) derler.(2)
“Dünyanın düzeni, toplumun örgütlenmesi, insanların yazgısı Tengri’ye bağlıdır.”
Tanrı kelimesi Tanrısal olanı ifade etmek için kullanılmıştır. O’na ilk önce Hun’larda rastlanır. Metinler onu “ulu, ak ve göksel, ezelî-ebedî” olarak tanıtır, çok “güç”lüdür. Orhun yazıtlarında “üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek ilk kozmogonik bir eyleme imada bulunulur. O’nun açıkça “Yaratıcı” olarak nitelenmesi açık olarak Yakutlar, Altaylılar ve Buryatlar’da görülür. Dünyanın düzeni, toplumun örgütlenmesi, insanların yazgısı Tanrıya bağlıdır.
Bunun için Hakanlar ünvanlarını gökten alır.(3) Çin kaynaklarına göre “Göğün doğurduğu” ya da “Göğün oğlu”, ünvanlarını kullanırlar. Örneğin hükümdar Şa-po-lüe için “t’ien-tes”, Mo-ç’o için ise “t’ien-nan” tabiri geçer.(4) Ancak “t’ien-nan” tabiri Çin hükümdarı için kullanılan “t’ien-tes” (göğün oğlu) ile aynı anlamda değildir. “T’ien-nan” Türkçe’deki gibi “Tanrısal”, “kutsal” anlamına gelir.(5) Hükümdar Gök Tanrı’nın vekil ve ulağıdır. Tanrıya tapınma, hükümdarın şahsında birlik halinde sürdürülür.
“Gök şahit olsun ki…”
Moğollar göğün her şeyi gördüğüne inanırlar. Yemin ederken, “Gök bilsin ki” veya “Gök şahit olsun” derler. Dua ederken “gök bunu bilsin” derler. Gökle ilgili kuyruklu yıldız, kuraklık, su baskını gibi işaretleri Tanrının (hoşnutsuzluğunun) haberleri ve düzenlemeleri olarak yorumlarlar. Komutanlar seferlerden önce Tanrıya yakarmak için dağ tepesine çıkar, ordu da çadırlarına çekilir ve dua eder.(7) Her şeyi bilen ve gören “Gök Tanrı”, kanunların koyucusu ve evrenin idarecisidir, ancak O bunu doğrudan doğruya değil, yeryüzünde temsilcisi olan hanlar aracılığıyla yapar. Mengü-Han’ın Rubruk vasıtası ile Fransız Kralına gönderdiği mektupta, Moğolların iman formülü görülmektedir: “Ezeli ve ebedi tanrının emri budur. Gökte bir tanrı vardır, yeryüzünde de bir Hakan, tanrının oğlu Cengiz Han olacaktır.” Cengiz Han’ın mühründe de “Gökte bir tanrı, yeryüzünde bir Han. Dünyanın efendisinin mührü.” ibaresi yazılıdır.(8)
Genel olarak denilebilir ki, Ural-Altay kavimlerinin Göksel ilahları diğer ırklarınkine göre ilk özelliklerini daha iyi muhafaza etmiştir. Tanrı fırtına ve gök gürültüsüne dönüşmediği gibi, onların inançlarında kutsal evlilik de yoktur. Kuzey Amerika kavimlerinin mitolojilerinde olduğu gibi, Ural-Altay kavimlerinin inançlarında da gök gürültüsü bir kuş şeklinde canlandırılmakla beraber, ona kurbanlar sunulmamaktadır.(9)
“İlk Türkler bile Tanrı inancına sahipti”
Tengri, Sümerdeki “Dingir” ile de ses, biçim ve anlam bakımından yakınlıklar içerir.(10) Muhtemelen tarih öncesi zamanların başlangıcında (dördüncü bin yıl öncesinde) Orta Asya’dan Mezopotamya’ya getirilmiştir. Buradan en erken proto Türklerin Gök Tanrıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Fakat Gök Tengri daha çok, ilk Türklerin dinî hayatının Orta Doğu ve Akdeniz bölgesindeki dinî hayatın yapısından çok, Hint-Avrupa ırklarının dinî hayatına yakınlığı dolayısıyla, Hint-Avrupa Gök Tanrısına benzemektedir.(11)
Hunlarda “Gök”
Değişik lehçelerde Hun, Kun, Sun, Gun denilen Hun’ların; gök, göğü tamamlayan yer ve bu ikisi arasında doğurulmuş insandan oluşan üçlü bir evren anlayışına sahip olduğu bilinmektedir. Ancak var olan doğal evrenin aşkın bir nedeni yoktur ve evren şimdi nasılsa evvelce de öyledir.(12) Çin kaynaklarına göre Hakan’a “Tengri Kut Şanyu (göğün oğlu, gök gibi büyük) denilmektedir.(13) Bu ise onun gök tarafından yaratıldığından, göğün tek neden olduğundan, dolayısıyla kozmolojik bir eylemden bahsetmek demektir.
Hun Yabgusu Laoşang’ın Çin imparatoruna yazdığı mektubunda “Gök ve Yerin yarattığı, Ay Ata ile Gün Atanın koruduğu Hun’ların büyük Tanju’su”(14) ifadelerini kullanmasından da bu gerçek açıkça anlaşılmaktadır.
Yabgu’nun her gün iki defa olmak üzere, sabahleyin doğan güneşe, akşam aya karşı tazimde bulunması da bu ifadeden olsa gerektir. Ayrıca yabgu, ilkbaharda yapılan büyük kurban törenlerine katılır ve töreni yönetirdi. Çünkü Hun’larda Gök, diğer kozmik olgular içinde en üst seviyede görülür, insanları etkiler ve adına kurbanlar kesilirdi. Gökten başka aynı zamanda atalara, yere, ruhlara ve tanrılara da kurbanlar kesilirdi.(15)

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Mircea Eliade, İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Çev: Lale Arslan, c. 3, Kabalcı yayınları, stanbul 2003, s. 12-13.
(2) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 89-90.
(3) Mircea Eliade, İnançlar ve Düşünceler Tarihi, s. 12-13.
(4) Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, Selenge Yayınları, İstanbul 2006, s. 246,319, 590.
(5) Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 589.
(6) Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. 3, s. 14.
(7) Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. 3, s. 14.
(8) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 92.
(9) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 94.
(10) Hikmet Tanyu; İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1980, s. 7.
(11) Mircea Eliade, Dinler Tarihi, s. 94, Dipnot: 130.
(12) İsmail Taş, Türk Düşüncesinde Kozmogoni-Kozmoloji, Kömen Yayınları, Konya, 2002, s.24-26
(13) Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yayınları, stanbul, 1988, s.87
(14) Marcel Brion, Asya ve Avrupa’da Hunlar, Çev: Reşat Uzman, Çatı Kitapları, İstanbul, 2005, s. 36.
(15) Lev Nikolayaviç Gumilev, Eski Türkler, Çev: Ahsen Batur, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 116.

Gök Tanrı İnancının Temelleri


Gökler ulaşılmaz, erişilmez, sonsuzdur; bir bakıma Tanrı da öyle…
Asya’nın uzun ve vahşi bozkırlarında asırlarca at koşturan; dağları, ovaları aşan, yeryüzünü vatan, göğü çadır ve güneşi bayrak bilen Türkler için gök, Tanrı gibi; hakanlıksa gök gibi, göksel olmak gibi önemli bir değerdir.
Türk, gözünü ya gökyüzü çadırı altında kurulmuş olan çadırının içinde, çadırın göğe bakan penceresi altında ya da doğrudan mavi göğün altında dünyaya açmış. Yüksek rakımlı yerlerde yaşadığı için de göğe ve yıldızlara çok yakın… Türk; göğün, yerin ve doğanın bir parçasıdır. Çocuklarının adları bile gök, dağ, deniz, yıldız, su, çiçek vb. adlarıdır.
Doğrusu, sadece Türk düşünce sisteminde değil diğer düşünce sistemlerinde de yer ve göğün dışında somut bir çevre yoktur. Dolayısıyla bütün kozmolojilerin, yer ve göğün temsil ettiği iki ilkeye dayandığı söylenebilir (Esin, 2001: 19). Türklerin destan ve efsanelerinde bu iki ilke “üstte mavi gök, altta yağız yer” şeklinde ifade edilir.
Türkler için gök, sadece yerdeki davranışların yönlendirildiği bir yer değil, aynı zamanda yönelinmesi gereken bir yer, adeta bir kıbledir.
Geniş coğrafyalarda yollar, dağlar, tepeler, ovalar aşan Türkler; sürülerini otlatmak için, yollarını, yönlerini belirlemek, mevsim hakkında bilgi sahibi olmak, senenin verimli ya da kurak geçeceğini anlamak, gelecek hakkında bilgi sahibi olmak için göğe baktıkları gibi; dua, beddua ve niyazlarında da yüzlerini göğe çevirirler. “Tanrı gibi gökte olmak” ise onlar için aynı zamanda bir idealdir.
Türklerde Bir Tanrı İnancı
“Tengri/Tanrı” ve “kök/gök” sözcükleri Türkçe’de çok uzun zamanlardan beri bilinen ve kullanılan sözcüklerdir. Çin kaynakları incelendiğinde Tanrı anlamındaki “Tien”le aşağıda değişik kullanımları verilecek olan Türkçe “Tengri” sözü arasında bir ilişki olduğu, dolayısıyla bu sözün Çinceye Türkçeden geçmiş olabileceği düşüncesi yadırganmamalıdır. Çünkü Türklerin aynı sözü “Bir Tanrı” anlamına gelecek şekilde 2500 yıldır; Sümerlerdeki “Dingir”in, Tengri’nin aslı olarak kabul edildiğinde ise 3 ila 4 bin yıldır kullanmakta oldukları söylenebilir.
Hz. İbrahim’in M.Ö 2100 veya 2000 yıllarında yaşadığı hatırlanınca, İslamdakine benzer bir “tek Tanrı” inancının iki bin sene önceleri Türkler arasında çok güçlü bir şekilde var olmuş olması asla yadırganacak bir durum değildir (Tanyu, 1980: 200). Çünkü yukarıda değinildiği gibi, Sümerler söz konusu edildiğinde tek Tanrılı bir inanç İbrahim öncesinde de vardı.
Ayrıca Türkler, tarihleri bilinen en eski zamanlardan beri yeri göğü yaratan/hâlik olan ve bir olan Tanrı’ya inanmışlardır (Tanyu, 1980: 69). Onların inancıyla Araplar arasında yaşayan Haniflik arasında bir benzerlik olduğu bile söylenmektedir.
“Ya Türklere peygamberlerin mesajları bir şekilde ulaştı, ya da bu inanca Türkler kendiliğinden ulaştı…”
Oğuz Kağan, bir Tanrı’ya iman etmedikçe hiçbir kadınla evlenmemiş, bir Tanrı’ya inanmadığı için babasını tahttan indirmiş ve putperestliğe karşı tek Tanrı inancını hakim kılmıştır (Tümer-Küçük, 1993: 79-80). İleride belirtileceği ve Mevlana’nın da işaret edeceği üzere bu inanca Türkler ya kendiliklerinden ulaşmışlardı ya da peygamberlerin mesajları bir şekilde Türklere ulaşmıştı.
Başta Orhun yazıtları olmak üzere pek çok yazıt ve yazmada da Tengri sözünün bugün kullandığımız anlamda, bir Tanrı için kullanıldığı görülür. Tanrı, Huda, Allah ya da başka isimlerin dilbilim açısından bugün bir değer ifade etmediğini hatırlatmak gerekmektedir. Ne yazık ki, büyük din âlimleri ve imamların akaid kitaplarında Allah için Türklerin Tanrı, Acemlerin Huda demelerinde hiçbir sakınca olmadığını açıklamalarına rağmen, sonraki dönemlerde ortaya çıkan çeşitli bağnazlıklar nedeniyle Allah yerine Tanrı kelimesinin ya da başkalarının kullanılamayacağı söylenebilmiştir (Tümer-Küçük, 1973: 189).
Dünya kültürünün çekirdeklerinin bulunduğu, Hommel’e göre, konuştukları dilin de Türkçe kabul edilmesini gerektiren yüzlerce delil bulunan Sümerler’de de Tengri’nin belki de ilk söylenişlerinden biri olan Dingir sözcüğü, el-İlah ve Tanrı kavramıyla ifade edilen anlamla aynı anlama sahiptir. Dingir sözünün zaman içinde ve boylara göre çeşitli değişikliklerle kullanılmış olduğu anlaşılıyor. Yakutlar Tengri için Tangara; Altay kamları Tenegere, Moğollar ise Tengir veya Kökö Tengir demektedirler. Asya Türk ağızlarında tungrı, ture, töngri, tüngri gibi kullanımlarla da karşılaşılır. Yakutlar Tanrı için Ürüng Ortoyon, Moğolistan’da yaşayan Urenhalar Kayrakan (Büyük Han), ve Çuvaş Türkleri Turı adını kullanmaktaydılar. Kullanıldığı zamanlarda da çoğunlukla çeşitli tanrılar çağrıştıracak anlamda değil, bir Tanrı inancını ifade etmek üzere kullanılmışlardı (Eyüboğlu, 1995). Hıristiyanlığı kabul eden Volga Tatarlarının da bir Tanrı anlamında Tenegere’yi kullanmaya devam etmeleri, aynı kanıyı desteklemektedir. Ancak günümüz Çuvaşlarının Tengere’yi tanrılar anlamına gelecek şekilde kullanmalarından olacak ki Altay Tatarları ve Kırgızlar, Tanrı’dan bahsedecekleri zaman Farsça Huday kelimesini kullanır olmuşlardır (Güngör, 1998: 41-42). Muhtelif Türk boyları arasında Tanrı sözünün hem söyleyiş özellikleri bakımından hem de içerik bakımından Sümerlerdeki “Dingir”in bir devamı olduğu açıktır.
Baştan sona Nuh Tufanı’nı anlattığı anlaşılan Sümerlerin Meşhur destanı Gılgameş’le Türklerin Yaratılış Destanı arasındaki benzerlikler de düşünülünce eski Türk kültürünün Sümer kültürünün ya bakıyyeleri olduğu ya da Türklerin Sümerlerle birlikte başka pek çok kültürden beslendiklerini akla getirmektedir. Böylece Türklerin zengin bir edebiyatları olmamakla birlikte nasıl çok zengin ve renkli kültürleri olduğu, bir Tanrı inancı gibi bir inanca nasıl ulaşmış oldukları gibi düşünceler de bir ölçüde karanlıktan kurtulmaktadır. Çünkü Sümerlerin çok zengin bir edebiyatları vardı.
Divan-ı Lügati’t-Türk’te “bir Tanrı” anlamında Tengri ile birlikte Bayat da kullanılır. Altaylarda kullanıldığı görülen, Karahan, Ülgen ve Ugan isimleri Tanrı için kullanılmış olmayıp birer hükümdar ismi ve unvanıdırlar. Söz konusu isimlerin Tanrı adı olarak ya da ayrı tanrılar olarak görülmesi Z.Gökalp gibi bilim adamlarının ve muhtemelen onların, koruyucu ruhları (melekleri) Tanrı olarak yorumlamalarından kaynaklanan yanlış bir bilgidir (Tanyu, 1980: 132-177). Zira yer tanrısı, gök tanrısı, su tanrısı ya da Gün Han (Güneş Tanrısı), Öt Han (Ateş Tanrısı), Gök Han (Gök Tanrısı) (Samancıgil, 1945: 7) vb., koruyucu ruhları ifade ettiği gibi Ak Han, Karahan, Han Tengri ve benzerleri (Han Tengri) de bir Tanrı ismi değil, büyük hükümdar unvanlarıdır. Nitekim Bulgarcada da tengri bir unvandır.
Koruyucu ruh anlayışı Anadolu’da bugün de benzer şekilde varlığını sürdürmektedir. Ateşin koruyucu ruhu (meleği) olduğuna dair inanışın Anadolu’da bazı yörelerde olduğunu biliyoruz. Ateş üzerine su döküleceği zaman “destur destur!” denir. Böylece ateşin ruhundan ya da meleğinden izin istenmiş olur. Eski Türklerin ateşle ilişkileri çerçevesinde ateşe, kutsallığın gücünü belirtmek üzere Tanrısallık yüklemeleriyle Anadolu halkının söz konusu davranışı birbiriyle ilişkili olmalıdır.
“Semavi” Tanrı Tengri
Türkler, mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşündükleri, yüceliğini belirtmek maksadıyla “semavî” olarak nitelendirilen, genellikle de Gök Tanrı olarak andıkları bir Tanrı’ya inanıyorlardı (Topaloğlu, 1989: 473). Tanrı ya da onun melekleri için, koruyucu ruhlar için elbette başka isimler de kullanıyorlardı.
Türklerin Tanrı için Ulug, Bayat, Çalap, İdi sözcüklerini kullandıkları, ancak bu isimlerin Tanrı ile aynı anlamda olmadıkları da bilinmektedir. İdi diğerlerinden farklı olarak değişikliğe uğramış bir sözdür. Farsçada bazı metinlerde besmele yerine kullanılan “be-nâm-ı îzed”deki îzed’le aynı olduğu sanılan İzi ve İzîd’in, Osmanlı Türkçesinde çeşitli metinlerde kullanıldığı görülür (Uzun, 1992: 538). Ayrıca bu söz İye ve Eye Şekillerinde de kullanılıp Tanrı anlamının yanı sıra sahip, efendi, koruyucu ruh ya da melek anlamlarını da içermektedir (Tanyu, 1980: 41). Bir başka deyişle İdi (sahip Rab), Ulug, Bayat, Ülgen (büyük, yüce, ulu) tıpkı Allah’ın başka güzel isimleri gibi Tanrı’nın isimlerindendi (Tanyu, 1980: 113-176). Ne var ki, Eliade gibi bilim adamlarının Türklerde çok eskiden beri bir Ulu Yaratıcı inancı olduğunu belirtmesine rağmen, bazı araştırmacılar bunu çekici bulmadıklarını söyleyerek pek çok tanrılı bir inanca sahip oldukları yönündeki görüşü sürdürmeyi tercih etmişlerdir (Yıldırım, 1995: 33).
“İnsanoğlu doğayla yeterince etkileşim kurduğu anda Tanrı fikrine ulaşmayı da başardı.”
Hatırlanacağı üzere Araplar, Allah sözcüğünü, İslamiyet’ten önce de kullanıyorlardı (Yıldırım, 1995: 33). Müslüman adı da Hz. İbrahim zamanından beri kullanılmakta olan bir addı (Yıldırım, 1995: 179-191). Dikkate değer bir diğer husus ise Tanrı lafzının Maniheist ve Budist metinlerde de kullanılmış olmasıdır (Yıldırım, 1995: 180).
Bu kullanım, Buda’nın Türklerle yakın ilişkisine delil olmanın yanı sıra, doğru bilgiyi insana sunan tabiat üzerinde düzenli ve engin bir tefekkür süreci yaşayan insanoğlunun bir Tanrı fikrine ulaşabileceğine ilişkin bir gösterge de olabilir. Nitekim İbni Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan adlı dünyanın ilk felsefi romanında, tabiatla baş başa kalarak şekilden uzaklaşıp anlamlara ulaşmayı başaran bir insanın böyle düşünsel kazanımları ve bir inancı geliştirmesi anlatılır.
Mevlâna da Mesnevi’de varlığın özü olarak nitelediği insanlar arasındaki ayrılıkların bakışlardan, görüşlerden kaynaklandığına, gerçek bir ayrılığın olmadığına, dinlerin iç yüzde bir ve aynı olduğuna, dolayısıyla bir Tanrı fikrinin bütün dinlerde var olduğuna ya da bu fikre ulaşılabileceğine şu sözlerle işaret eder: “Ey varlığın özü olan insan! Mümin ile ateşe tapanın, Yahudinin ayrılığı, aykırılığı hep bakış ve görüş yüzündendir. Manaya değil de şekle surete bakmaktan ileri gelmiştir. Yani dinlerin dış yüzleri, suretleri, şekilleri, ibadet tarzları, mabetleri ayrıdır, ama hakikatleri birdir. … Her iki yol da Hakk’ın çizdiği yoldur (Can, 1997: 90).”
Tek Tanrı “Tengri”
Tanrı sözünün gerek en eski metinlerde gerek 10. yy.‟dan itibaren yapılan tefsir ve meallerde gerekse zamanımıza kadar gelen folklor ve edebiyata dair pek çok üründe Allah lafzı yerine kullanıldığı kesin olarak ortaya konmuştur. Türk İslam edebiyatının ilk ürünü olan Kutadgu Bilig’de de Tanrı’nın, Allah lafzından çok kullanılmış olması, Tengri’nin çok eski zamanlardan beri “bir tanrı” inancını ifade eder anlamda kullanılmış olmasına güçlü bir delildir. Ayrıca Bayat sözünün de Kutadgu Bilig‟de Allah lafzı yerine kullanılan isimlerden olması “bir Tanrı” anlamında başka isimlerin de rahatlıkla kullanıldığını göstermektedir.
“Tengri yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tengri’nin iradesine bağlıdır.”
Gök Tanrı (Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve (Gansu’dan kuzey Tibet ile batı Türkistan’a kadar uzanan bölgede) bazı halkları yenerek Hun’laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök’e mal edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın iradesine bağlıdır.
Bütün bu inanışlar, Gök Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık olduğunu” ortaya koymaktadır.
Atalar Kültü
Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Hunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler’de en büyük kurban, bozkırlı Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk bölgelerinde özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır: Batı tarihçilerine göre Attila’nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Hun hükümdar ailesine ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Hunlar’ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türkler’in, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı.
Türkçe’de (Gök Türkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.
“Türkler asla putlara tapınmadı!”
Eski Türkler’de “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için, tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna inandıkları doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli güçlerin bulunması inancı, Orkun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle yansıtılmıştır. Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir. Genellikle bu tür inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal etkenlerin rol oynadığı kabul edilmektedir. Orkun yazıtlarında, Türkler’in yararına çalışan manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık rastlanır. Eski Türkler’de kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş, özellikle Göktürkler’de sular, dağlar ıduk sayılmıştır. Her boyun her obanın bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ıduk olarak benimsenmiştir.
Gök Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir.
Dağların yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş de kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına vardığında, Türkler’in onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ruhlardan arındırdıklarını belirtmiştir. Hunlar döneminde güneş, ay, yıldız kültleri (daha sonra 6. – 8. yy.’larda Türk toplulukları arasında değerlerini yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Hun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar tarafından belirtilmektedir.
“Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış”
Orta Asya Türkleri’nin yaradılış efsanesine göre, tanrıların en yükseği, insanoğlunun atası olan Tengere Kayra Han (ya da Bay Ülgen), “kişi”yi, onun aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri yaratmış; “kişi”nin kendisine baş kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltı atmış, yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında bir cins insan yaratmıştır. Orkun yazıtlarında da, Türk evrendoğum inanışı hakkında: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” cümlesine rastlanmaktadır. (Üze Kök Tengırü, asra yağız kılındıkta, ikin ara kişioğlu kılınmış). Bu cümleden bazı araştırmacılar, Kök Tengri deyimiyle bir tek yüce Tanrı’nın değil, doğrudan “mavi gök”ün kastedildiğini; Kök Tengri deyimiyle “Ulu Tanrı” kastedilseydi, “yaratanın da aynı zamanda yaratılmış olması” gibi çelişkinin söz konusu olacağını belirtmektedirler.
Kıyamet günü inancı: İyi ve Kötü’nün savaşı!
Altaylar’da dünyanın sonlu olduğu günün birinde yıkılacağı inancı vardır. Bu inanca göre, yeryüzü yaşamı sürekli değildir; günün birinde sona erecek ve insanlar, hayvanlar, bitkiler yok olacaktır. Bu sona doğru insan soyunda azalma başlayacak, suçlar çoğalacak, günahlar alıp yürüyecek, insanlarda tanrı korkusu kalkacaktır. İyilik simgesi Bay Ülgen’le, kötülük simgesi Erlik arasında oluşacak büyük savaşın sonunda, Bay Ülgen dışında bütün savaşanlar ölecektir. Bay Ülgen bütün canlıların öldüğünü, yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmadığını görünce “kalkın ey ölüler” diye bağıracak, bu çağrı üstüne bütün ölüler yattıkları yerden kalkacaktır. “İnsanların yeniden dirilmesi” anlamına gelen “kalkancı çağ” (kalıcı çağ) budur.
Hunlar’da gerçek bir dinle karşılaşılmakta, Gök Türkler’de ise Gök Tanrı bütünüyle manevi bir “güç” durumuna gelmektedir.
Gök-Tanrı dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tanrı” (Tengri) sözcüğünden anlaşılmaktadır: Bu sözcük belirli fonetik farklarla ( Başkurtça dışında ) bütün Türk lehçelerinde yer almasının yanı sıra, birçok Asya topluluğu dillerine giren ortak bir kültür öğesidir; Türkçe olan “Tanrı” sözcüğü en açık biçimde Çince yazılmış bir metinde Hun imparatoru Mete’nin unvanları arasında geçmektedir.
Türklerin bir Tanrı inancına sahip olduklarını ve inandıkları yüce yaratıcının adının Tanrı olduğunu, tıpkı Allah lafzında olduğu gibi Tanrı adının da zaman zaman çeşitli sıfatlarla yan yana kullanılmış olmasından hareketle söyleyebiliriz. Bu nedenle Tanrı için ya da Türklerin dini için kullanılan ifadedeki Gök’ün, Tanrı’nın sıfatlarından biri olarak kullanıldığının, Tanrı adının bir parçası olmadığının bilinmesi gerekir. Ayrıca 10. yy.’da da Uygurlar hariç Gök Türkler, Oğuzlar ve Hunlar tek Tanrı inancına sahiptiler. İslam dünyasında Türklerin bir Tanrı inancına sahip oldukları, yaratıcıya “Ulug” ya da kadîm “bir Tanrı” anlamında “Bayat” dedikleri de bilinen bir durumdu (Candan, 2004: 48-132).
Başka ulusların tarihçi ve seyyahlarının eserleri de Türklerin bir Tanrı‟ya inandıklarına ilişkin delillerle doludur.
6. yy. Bizans tarihçilerinden Menander, Türkler her ne kadar toprağa, suya, ateşe saygı gösterseler de yine de kâinatın yaratıcısı tek Tanrı’ya inandılar, demekte; bir başka Bizans tarihçisi Teophylaktos da, Türkler yerlerin ve göklerin hakiki sahibi tek bir Tanrı’ya inanıyor, ona tapıyor ve onun için kurban kesiyorlar, demektedir (Candan, 2004: 13-14).
Mengü Kağan’ın İslâm elçisine söyledikleri, Türklerin, İslamla karşılaştıkları sıradaki inançlarını göstermesi bakımından önemlidir:
“Biz, tek bir Tanrı’ya inanır ve taparız. O’nun emri ile yaşar ve ölürüz. Dünya ve ahirette mücazat da mükâfat da O’na aittir. Tanrı görünen ve görünmeyen her şeyin halikıdır. Allah, sizlere kitaplar gönderdi, ama siz onların yazdıklarını tutmazsınız. Bize de gaybı bildiren kamlar verdi. Biz onların dediklerini yapar ve huzur içinde yaşarız.” (Fığlalı, 1994: 39)
Hikmet Tanyu’nun bildirdiğine göre 12. yy.’ın ünlü gözlemcisi Süryani rahibi Mikael, Türklerin tek Tanrı’ya inandıklarını, böylece tek Tanrılı Arapların dinini kolayca kabul ettiklerini söylemektedir (Tanyu, 1980: 117).
13. yy.’ın ünlü hakanlarından Moğol hakanı Möngkke de, Fransa kralı 9. Luis’ye yazdığı mektuba şöyle başlar: “Ebedî Tanrı’nın buyruğudur bu; Gökte ancak ebedî bir Tanrı vardır. Yeryüzünde de ancak bir sahibin olması gerekir; O da Cengiz Han’dır (Tanyu, 1980: 118).”
Bilindiği üzere dünya tarihinde çok etkisi olan Cengiz Han, eylemleri ve idealini “Gökte Tanrı yerde ben” (The God in Heaven and I on Earth) cümlesiyle özetler ki, bu tür ifadelere Türklerin kut inancı çerçevesinde sıklıkla yer verilir.
Vahdet-i vücut’un kaynağı Gök Tanrı!
Gerek Türk destanlarında gerekse Dede Korkut Hikâyeleri’nde “Bir Tanrı” inancını gösteren pek çok tanıklar vardır. 10. asırda Müslüman olmayan Oğuzlarla karşılaşan bir Arap seyyahı da oğuzların tek Tanrı’ya inandıklarını söylemektedir (Kalafat, 2006: 25) ve yaygın kanaate göre Gök Tanrı’nın pek çok vasfı İslamiyetteki Allah vasıflarıyla aynıdır (Kalafat, 2006: 4).
Aslında Türklerin sadece bir Tanrı’ya inanmakla kalmayıp yer, su, ateş, gök gibi kutsallarının olmasının; hakanın, kadın’ın ve başka varlıkların kutsiyet kazanmasının vahdet-i vücut felsefesine sahip olmalarıyla da ilgisi vardır. Zira bazı araştırmacıların belirttiğine göre şarkın bu en eski felsefesi de İslamiyetle birlikte ortaya çıkmış olmayıp önce Turan’da, sonra ufak değişikliklerle Hindistan’da, sonra da Çin, eski Akad, Sümer, Asur, Keldan, Fenike, İran, Mısır, Yunanistan ve Arabistan‟da görülen bir mistik felsefî anlayıştır (Sunar, 1975: 7). Belki de bir Tanrı’ya olan inanışlarının köklerinin çok eskilere gitmiş olmasından olacak ki, Türkler vahdeti vücut felsefesine Araplardan ve İranlılardan daha fazla sahip çıkmışlar ve Anadolu Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî ve yüzlerce bilim, din, sanat adamıyla asırlarca bu inancın özgürce ifade edildiği bir mekân olmuştur.
Kaynak: TÜRK-İSLÂM KÜLTÜRÜNDE GÖK TANRI VEYA ULU TANRI İNANIŞI VE EDEBÎ METİNLERE YANSIMASI
Ali Çavuşoğlu (Yard. Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
Alıntılar:CAN, Şefik. (1997). Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Yay.
ESİN, Emel. (2001). Türk Kozmolojisine Giriş. İstanbul: Kabalcı Yay.
EYÜBOĞLU, İsmet Zeki. (1995). Türkçenin etimolojik Sözlüğü. İstanbul: Sosyal Yay.
FIĞLALI, Ethem Ruhi. (1994). Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevîlik ve Bektaşîlik.
GÜNGÖR, Harun. (1998). Türk Bodun Bilimi AraĢtırmaları. Kayseri: Kıvılcım Yay.
KALAFAT, Yaşar. (2006). Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri. Ankara: Ebabil Yay.
SAMANCIGİL, Kemal. (1945). Bektaşilik Tarihi. İstanbul: Tecelli Matbaası.
SUNAR, Cavit. (1975). Melamilik ve Bektaşilik. Ankara: Ankara Üniv. İlahiyat Fak., Yay.
TANYU, Hikmet. (1980). İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı. Ankara: Ankara Ü., İlahiyat Fak., Yay.
TOPALOĞLU, Bekir. (1989). “Allah”. Ġstanbul: TDV., Ġslam Ansiklopedisi.
TÜMER, Günay-Küçük, Abdurrahman. (1993). Dinler Tarihi. Ankara: Ocak Yay.
UZUN, Mustafa. (1992). “Besmele”. İstanbul: TDV İslam Ansiklopedisi.
YILDIRIM, Cafer. (1995). Şamandan Şaire Türk Şiiri. İstanbul: Engin Yay.