Avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Avrupalıların Tengri’yle tanışması


Murat ACİ’nin, (Murat ADJİ) Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fahri UNAN’ın Türkçe’ye çevirdiği “Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi” adlı eserinde Kıpçak Türklerinin Batı dünyasıyla ilk tanışma bölgesi Kafkaslar olarak gösteriliyor. Bakın bu buluşma ve sonrasında Avrupa’nın, üstün Türk inanç ve kültüründen etkilenişi nasıl açıklanıyor:
Derbent kapılarının gerisinde uzanan ülke, Kıpçakları kendisine çekti. Kendi bilinmezliğine çekti. O, farklı kültürüyle, Doğu bozkır dünyası için yeni idi. Türkler, Avrupa ve Roma imparatorluğunu, tabii ki, daha önce işitmişlerdi. Fakat, onları hiç görmemişlerdi.
Kendilerini bir çıkmazda bulan Türkler, Gök Tanrı’ya inanıp güvendiler…
Deşt-i Kıpçak, kendi düzenli hayatını devam ettirdi: İnşaat yaptılar, demiri erittiler, ürünler ve hayvanlar yetiştirdiler. İnsanlar, bayramları ve düğünleri kutladılar; çocukların doğumuna sevindiler; yakınlarının öteki dünyaya göçüşüne üzüldüler. Her şey, her zamanki gibiydi. Hayat, mutad yoluna acele etmeden aktı.
Kafkas’ta Türk köyleri ortaya çıktılar; yeni şehirler yükseldiler. Onlardan biri de Hamrin’dir. Şehir, Kafkas tarihçilerinin yarısından çoğunun zikrettikleri kutsal bir ağaçla şöhret bulmuştu. “Tengri-Han” adlı ağaçla.
Şüphesiz, sözü edilen, paganlardaki gibi, alelade bir kutsal ağaç değildir… Hiç de değil… Türklerde, kendisinde Yüce Tengri’nin yaratmış olduğu her şeyin birleştiği bir “evrensel ağaç” efsanesi yaşıyordu. (Bu durumda, “Hoday” –“Kurucu”, “Yaratıcı” – sözüyle Tengri’ye yönelmek adetten idi).
Evrensel ağaçla ilgili öğreti, tam bir ilimdir; onu kavrayan kişi, bilge (hakim) oluyor. O, bir dünya modeli görüyor ve dünyanın nasıl yaratıldığını anlamaya başlıyor. Bu ilme Avrupa’da felsefe diyorlar.
Evrensel ağacın dalları göğe ulaşıyorlar, Tanrı’ya ve kuşlara ait oluyorlar. Ağacın kökleri derine, Cehenneme, Yılan’ın krallığına gidiyorlar. Gövdesi ise, dünyanın ortasında bulunuyor; burada insanlar, atlar ve vahşi hayvanlar yaşıyorlar.
Hayat ağacı, ebedidir; Tanrı’nın ebedi oluşu gibi. Onu görmek mümkün değildir; Tanrı’yı görmek mümkün olmadığı gibi.
Efsaneye göre, ruhlar ve fikirler hayat ağacının üzerinde, bir dünyadan öbürüne geçiyorlar. İnsana asıl o, evrensel ağaç bilgi veriyor… Hamrin şehri, ya bilgelerin ve filozofların şehri olduysa? Ya burada, evrensel ağacın dallarının örtüsü altında, Kıpçaklar, Tengri’nin nasihatlerini diledilerse?.. Etraf düşman bir dünya ile çevrili.
Sonradan Hamrin şehrinde tapınaklar, daha sonra da mescitler yaptılar. Fakat ağaç, şehrin asıl kutsalı olarak kaldı… Şimdi orada Kayakent köyü var. Tam bir şehir planlı köy. Köyün kenarında ise, geçmişin hatırası olarak, kutsal “Tengri-Han” ağacı yetişiyor… Kumuklar, tabii ki, bazı şeyleri unuttular; hayat ağacı hakkında fazla bir şey bilmiyorlar; fakat, Kayakent köyünde yetişen ağaca yönelik hususi saygıyı muhafaza ediyorlar.
O sırada –III. yüzyılda– dünyada büyük hadiseler filizleniyordu. Bunlar, Derbent duvarlarının yanı başında başladılar ve önceleri Türkler olmaksızın yol aldılar. Fakat, onların önde gelen iştirakçilerinin ve başlıca itici güçlerinin aslında Kıpçaklar olması gerekiyordu.
Eskiçağ bilgeliği, “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz”, diye öğretiyor.
İnanılmaz bir şey, ama gerçek; Derbent kapıları kendileri açıldılar!.. Bozkırlıların katkısı olmadan. Malumdur ki, temiz fikirleri Gök (Tengri) göndermiştir; onlar iz bırakmadan geçip gitmiyorlar. Sonraki Kafkas ve bütün Avrupa tarihi, bu kanaati veriyor.
Kendilerine ait olan uzak Kafkas-ötesinde, İran’la yaptıkları savaşı ümitsiz bir şekilde kaybeden Ermeniler, Kıpçakların gelişini haber almışlardı. Onlara güçlü bir müttefik gerekliydi; Ermeniler, Hamrin şehrine giden yolu buldular. Avrupa’da Türkleri ilk olarak onlar tanıdılar. Derbent’in atlılara yol vermesi için her şeyi yaptılar.
Hazar’ın batısı Türkler’in hakimiyetinde…
Ermeni kralı I. Hazroy, müttefik konusunda yanılmamıştı. Kıpçaklar, düşmanı savaşta tam bir bozguna uğratarak, onu korkunç bir biçimde yere serdi. Savaş bununla bitti. Ermenistan, İran’ın idaresinden çıktı; Türkler ise, Derbent’i ve Hazar’ın batı sahillerinin tamamını hakimiyetleri altına aldılar…
Bugünkü Azerbaycan’da o güzel zamanlardan kalma bir çok iz vardır. Mesela, Kıpçak köyü ve Gence şehri. Hatta, çok az tanınan başka köylerde ve şehirlerde bile Büyük kavimler göçü devirlerinin hatıraları vardır. Gusar şehrine dikkatlice bakmak gerek; bu, onun bugünkü ismi; fakat, anlaşılan, Geser isminden geliyor… Türk dünyası, o sırada –III. yüzyılda–, Kafkas’a her türlü hakka sahip olarak girdi. Buraya kök saldı. Ebediyyen, Kafkas ve bütün Avrupa kültürlerinin bir parçası oldu! En inanılmayacak buluşlar, burada böyle mümkün oldu.
Türklerin Kafkas’a girişi, dünya tarihinin olağanüstü bir hadisesi idi! Atlıların gücü (herkesin hesaba katmak zorunda olduğu yeni bir ordu), müstakbel Büyük kavimler göçü, onun görünen perspektifleri (Kıpçakların ufkunda Avrupa, Yakın ve Orta Doğu göründü), bu hadise içindedir.
O sırada, her şey, Kafkas’taki sıkı siyasi yumakla bağlantılıydı; her şey kendi devamını bekliyordu. Zaman, global tarihi hadiseleri hızlandırmaya hazırlanmış, bir zemberek gibi sıkılmıştı. Dünya, başka bir dünya olmaya hazırlanıyordu.
Avrupa’da antik çağın altına bir çizgi çeken ve orta çağı başlatan, asıl Türklerin Avrupa’ya gelişleridir!
Yeni bir Avrupa, artık Türk Avrupa başlıyordu!
O, ilk gençlik çağından delikanlılık çağına geçmiş gibiydi… Ne yazık ki, tarihçiler, bu fevkalade mühim hadisenin farkına varmadılar.
Kafkas, elbette, eskiden dünya politikasında hususi bir rol oynamıştı; o, Doğu ve Batı arasında sınırdı. İki dünyanın sınırı! İran’ın ve Roma imparatorluğunun çıkarları, uzun zaman burada kesişti: Yüzyıllarca kanlı savaşlar oldu.
Ayrıca, batı dünyasında demir yapımının bilindiği tek yer sadece Kafkas değildi. O demir ki, altından daha değerliydi. (Gerçekte, demiri burada eritemediler; düşük kaliteli olmaktaydı; benzerlerini Karpatlarda Keltler yaptılar). Fakat yine de, onlara sahip olmadan savaş, hayata değil, ölüme götürürdü. Kafkas metali olmasaydı, Roma imparatorluğunda sonsuza kadar bronz çağı olurdu. Burada demir yapmasını bilmiyorlardı. Onun için, lejyonerlerinin pusatlarını bile bronzdan yapıyorlardı. İran dahi Kafkas demirini kullanıyordu.
Türkler, Kafkasya’da İran ordusunu bozguna uğrattıkları zaman, her şey birden tersine döndü; her şey hiç beklenmedik bir biçimde değişti. Yüzyıllar içinde teşekkül eden dünya politikası, bir günde çöktü. Gürültüsüz, çatırtısız çöktü. Fakat bunu, ancak çok tecrübeli insanlar anlayabilirdi.
Kıpçakların arasında böyleleri bulunmuyordu. Onlar, Avrupa’da olup biten şeylerin çoğundan, umumiyetle habersizdiler. Kendi zaferlerinin meyvelerini bile tatmadan, Kafkasya’dan ayrıldılar; orayı başkalarına bıraktılar.
“Sahipsiz” kalan Kafkasya’da ise, o zamanın kurnaz tilkilerinden ve bilge politikacılarından, Roma imparatoru Diokletian acele etmeye başladı. Avrupa, onun hakimiyeti altında bulunuyordu; şimdi o, dünyanın sahibi olabileceğini hissediyordu.
Diokletian, 297 yılına doğru, bütün Kafkasya’yı hakimiyeti altına aldı. Sonra, zayıflamış olan İran üzerine saldırdı; onun en zengin eyaletlerini ele geçirdi. Sefer hızlı olmuştu. Muzafferane. Roma çok sevindi. Artık, imparatorluğun “Altın Çağı”nı konuşuyorlardı. Başarının böylesini hiç kimse beklememişti; imparatorun kendisi bile.
Fakat zafer çok kolay elde edilmişti. Şüphe uyandıracak kadar kolay; bu durum, Diokletian’ı kuşkulandırdı.
Farslar karşısında kazanılan bu zaferdeki felaketi, sadece o hissetti. Sonradan Ermenistan’da patlak veren isyan, imparatorluğun üzerine kaçınılmaz bir duvar gibi çöken bu felaketin uzak habercisiydi.
Ermenistan’daki isyanı, tabii ki, bastırdılar. İsyanı tertip eden Hristiyanları hapse attılar. Fakat, bu artık hiçbir şeyi değiştiremeyecekti. Ermeniler büyülenmiş gibiydiler. Neredeyse olması gereken, çok mühim bir hadiseyi bekliyorlardı. Hristiyan Grigoriy’in önceden haber verdiği mucizeleri bekliyorlardı.
Bu Grigoriy, gök yüzünde ateşten bir sütun ve onun tepesinde bir haç görmüştü. Haçtan –yıldırımdan çıkar gibi– parlak bir ışık yayılıyordu.
Ermeniler, o sırada, haçın kurtarıcı gücüne henüz inanmıyorlardı; pagan idiler. Ama, buna karşılık, herkes, altında Kıpçakların savaştıkları haçlı bayrakları (Gök Tanrı’nın sembolü) çok iyi hatırlıyordu. Hayret içerisinde kalmışlardı. Grigoriy, gök yüzünde tıpatıp böyle bir haç görmüştü! İlahi bir işaret.
Onlar, “Türklere Gök Tanrı’ları yardım ediyor” diye düşündüler.
Her şeye kadir Türk Tanrısı hakkındaki rivayet, Avrupa’ya bir rüzgar hızıyla yayıldı. Onu, dünyayı Roma’nın hakimiyetinden kurtaran atlılarla ilgili İsa’nın (İsus Hristos) kehanete benzeyen sözlerini tekrarlayarak, Hristiyanlara yaydılar. Bu kehanet, Hristiyanların belli başlı kitaplarından biri olan Apokalipsis’te yazılıydı! Onunla yaşadılar. İnsanlar, her satırı, çevrelerinde olup biten şeylerle karşılaştırarak okudular ve tekrar okudular. Her şey tam da böyle olmuştu; onun söylediği gibi; ona Hristo adını verdiler.
Gökyüzünde Tengri’nin parlayan haçını gören Grigoriy, herkese “Kehanet hakikat oldu. Bekleyiniz.” dedi… Ermenilerin onu daha sonra kendi Eğitimci-Bilgi yayıcı-Hakimleri olarak tavsif etmeleri, bu sözler dolayısıyla değil midir?
Zafer pek yakındı; o kendisi gelmeliydi.
Kuşkusuz, Türkler Avrupa’da olup biten şeyler hakkında bir şey bilmiyorlardı; hatta tahmin bile etmiyorlardı. Onlar, kesinlikle hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlara, genç Ermeni papazı henüz gelmemişti. Ona, Grigoris adını verdiler; o, Hakim Grigoriy’in torunuydu. On beş yaşına yeni gelmiş bir gençti. O, başını eğerek selamladı ve kırık bir Türkçe ile, Kıpçakların hükümdarıyla görüşmek istedi.
Demişti ki: “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”
TÜRKLER VE HRİSTİYANLIK
Genç piskopos Grigoris niçin gelmişti? Handan ne istiyordu? Hayır, askeri yardım değil.
Ermeniler, bu kez, onların galip gelmelerinin sebeplerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar (paganlar, ateistler), Türkleri yenilmez bir kavim yapan Gök Tanrı inancını kabul etmek istiyorlardı.
Hristiyan piskopos Grigoris, Gök Tanrı inancını öğrenmek ve sonra kendi kavmini bilgilendirmek için gelen ilk Avrupalıdır. Aslında o, Geser’in ve Han Erke’nin faaliyetlerini devam ettirmek istiyordu; fakat artık Avrupa’da!..
Belirtmek gerekir ki, Avrupa’da Gök Tanrı’yı duymamışlardı bile. Yahudiler putlara (terafim) ve pagan tanrılarına (elohim) dua ediyorlardı. Romalılar, Jüpiter’e tapınıyorlardı. Her yerde putperest çok-tanrıcılığı ve açık bir barbarlık hüküm sürüyordu.
Hristiyanlar, umumi olarak, hiçbir tanrıya inanmıyorlardı. Tanrıları inkar ve kendilerini ateist olarak tavsif ediyorlardı. Sadece, atlıların –Gök Tanrı’nın Elçisi’nin habercilerinin– gelişlerini bekliyorlardı… Ve işte atlılar zuhur ettiler!
Kıpçakların Roma imparatorluğunun sınırlarında belirmelerini, onların İran karşısındaki parlak zaferlerini ilk önce Hristiyanlar fark ettiler. Yabancılar hakkında konuşmaya başladılar. Onlar çok farklı idiler:
Demirden pusatları ve teçhizatları, Türkleri, Avrupalıların gözlerinde başka bir dünyadan gelmiş yabancılar yapmışlardı. Aslında doğrusu da böyleydi. Onlar, Tengri’nin yüce göğü altında yaşayan aydınlık bir dünyadan gelmişlerdi.
Paganist Avrupa, onları tepeden tırnağa süzdü; yayanın atlıya ancak böyle bakması gerekir. Avrupa, aslında Türkler’den geri idi: Tanrı’ya inanma, onun için erişilemez kadar değerliydi! Demiri Türk kavmine hediye eden Tanrı’ya.
Bu sözlerin manasını anlamak için basit bir örnek yeterlidir: İyi bir demir kılıç darbesi, bronz kılıcı ikiye bölmüştü. Başka bir ifadeyle, göklere çıkarılan Roma ordusu, Kıpçakların önünde sanki silahsızdı. Ağaç sopalı vahşiler gibi…
Roma imparatorluğunun inkırazı hakkında çok şey söylemek, pek çok faraziye ve tahmin sıralamak mümkündür; fakat bu basit gerçeği göz önünde bulundurmadan yapılan bütün konuşmaların boşuna olacağı açıktır.
Türk Tengri’si demiri sembolleştirdi, Roma’nın Jüpiter’i ise bronzu. Demirin bronz karşısındaki zaferi nasıl mukadderse, Kıpçakların zaferleri de öyle mukadderdi. Roma imparatorluğu, ölüme mahkumdu; onun mukadderatı, sadece zamana ve Kıpçakların arzularına bağlıydı.
Ermenilerin piskopos Grigoris’i Türklere göndermelerinin tesadüf olmadığı açıktır. Onlar, belki, Avrupa’da, müstakbel hadiselerin seyrini sezen yegane kimselerdir. Bu yüzden, can çekişmekte olandan uzaklaşmaya başladılar; ancak Roma henüz ölmüş değildi.
Genç Ermeni piskopos, işte bunun için Derbent’e gelmişti. O, vaftizi (Türkçe “arı-sil” veya “arı-alkın”) kabul etti. Onu, üç kere, gümüş haçla kutsanmış suya daldırıp çıkardılar.
Suyla takdis, Tengri dininin mühim bir törenidir. Dine girme! Diğer bir deyişle, Türk dünyasına. Bu bir Altay kaynaklı törendir; çünkü Eski Altay’da, yeni doğmuş çocukları buzlu vaftiz teknesine batırıp çıkarırlardı. İnsan, bu banyodan sonra Sonsuz Mavi Gök’ün dünyasına girerdi.
(En nihayet, Çince’de bile “sağlıklı”, “sağlam” manasına gelen Türkçe “Türk” sözü buradan geliyor.)
Eski Türklerde bir “arıg” sözü vardı. Bu söz, ruhi/manevi manada “temiz” manasına geliyordu. Onlara, ‘kutsal arınma törenini geçen insanlar’ adını veriyorlardı.
Suyla vaftiz, Altay’da ortaya çıktı. Kendisinin fiziki ve ruhi/manevi temizliğine itina gösteren bir kavimde. Bugün, bunu Hristiyanlara ve başkalarına atfediyorlar ki, hiç de doğru değildir. İlk Hristiyanlarda bu yoktu, olamazdı. Onu, Avrupa’da ancak Kıpçakların gelişlerinden sonra öğrendiler. Bu, inkarı mümkün olmayan bir hakikattir ki, bunu Hristiyan tarihçiler bile gizlemiyorlar. IV. yüzyılda burada, içinde Hristiyanları vaftiz ettikleri havuzlar yapmışlardı.
Bir de, Tengri inancı geleneğinin muhafaza olunduğu Tibet’te, arı-alkın ve arı-sili törenleri, eskiden olduğu gibi, hala duruyor…
Demek ki, Ermeni piskopos, Tengri dinine giren ilk Avrupalı idi. Böylece açık ruhlu Türkler, Batı ile ittifaka karşı kendi tavırlarını izhar ettiler… Grigoris’i vaftiz ettikleri göl bile biliniyor. O, Kayakent köyü yakınında ve Aci, yani “haç-gölü” adını taşıyor.
Türk din-adamları, (ruhen!) temizlenmiş olan Grigoris’i Hamrin şehrine gönderdiler ve orada kendisine evrensel ağacın sırrını açtılar. O, Türklerin kutsal metinlerini görmüştü; ki bunlar bugün, bazı parçalara bakılırsa, Kur’an’a da girmişlerdir. Ancak, o zaman, sırların açıklanmasından sonra, ona sağ elin iki parmağını –baş ve adsız parmağı- birleştirme izni verdiler. Bu, ilahi rahatlama işareti oluyordu.
İki parmağı bu şekilde birleştirme, Doğu’da Gök Tanrı’ya bağlılık manasına geliyordu. Onları alına, göğüse, sol omuza, sağ omuza indirirlerdi… Türkler, bu hareketlerle Gök Tanrı’dan himaye ve iltimas diliyorlardı. (Bu şekilde istavroz çıkaran ilk Hristiyan, yine piskopos Grigoris oldu.)
Hristiyanlar haçın gücünü bilmedikleri gibi, istavroz çıkarmayı da bilmiyorlardı. Bunu da Kıpçaklardan aldılar.
Grigoris, onlara, Avrupa’da kendisine ibadet olunan İsa (Hrista)’yı ve Hristiyanlara yönelik baskı ve zulümleri anlattı. Türkler, İsa (Hrista)’yı Gök Tanrı’nın oğlu kabul ederek, Grigoris’e inandılar. Bilhassa Geser’e, yani Türk kavminin Peygamberi’ne. Ona, kısa ve kolay anlaşılır kelimelerden oluşan dualar ithaf olundu.
Gök Tanrı dininin ‘semavi’ olduğunu ne kanıtlar?
“Biz sana Geser’i verdik, öyleyse sen de Rabbine dua et…”; (Geser= Tanrı’nın Eski Altay’a, insanları dürüst/dindar bir hayata sevk etmek için gönderdiği oğlu) Bu satırlar, Tanrı’nın öğütlerinden. (Bugün onlar, Kur’an’ın 108. suresi oldular). “Geser” (Kausar, Kevser) sözünün manası, bugüne kadar Doğu’da her ne kadar unutulmamışsa da, burada artık herkes hatırlamıyor.
Grigoris, uzun süre ayinlerin sırlarını özümsedi. Derbent’te bir Hristiyan kilisesi yapmasına yardım ettiler. (Daha sonra bu kiliseye –Kafkas’ta ortaya çıkan ülkenin ismiyle- Arnavut kilisesi adı verildi; Geser şehri, anlaşılan, Kafkas Arnavutluğu’nun şehirlerinden birisiydi.)
Ermenistan, Avrupa’daki ilk kilisenin, kendisindeki yeni Hristiyan kilisesi olduğunu iddia etti. Bu, 301 yılında olmuştu. Orada Tengri’yi ve onun haçını kabul ettiler. Ermeniler, Türklerin ayin törenini benimsediler. (Hristiyanların kendi törenleri bile yoktu; onlar Yahudi dininin sinagoglarındaki kaidelere göre dua ediyorlardı.)
Eski kaidelerden ilk olarak Ermeniler uzaklaştılar; böylece Roma’da infiale sebep oldular. İmparator Diokletian, o zaman, yeni Hristiyanlara yönelik meşhur baskı ve kovuşturmalarına başladı.
Ne var ki, takipler, idamlar, sürgünler artık korkutmuyordu. Sadece, yeni dinin taraftarlarının sayısı arttı… Türk ruhi/manevi kültürünün tohumları, pagan Roma’nın taşlık topraklarında bile bol ürünler verdiler! Çünkü, dünyada Gök Tanrı’dan daha güçlü kimse yoktur!
Roma imparatorluğu kavimleri, korkmadan, eski tanrıların güçsüzlüğünden söz ediyorlardı. Herkes, Jüpiter’den açıkça yüz çevirdi. Merkür’ün heykellerini yıktılar; putların heykellerini kırdılar…
“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”
Sonunda Roma’da bunu anladı. İmparator Diokletian, yeni Hristiyanlığı kabul etmeyi bile istedi, fakat korktu. Ümitsizlik içinde tahtı terk etti ve saraydan ayrıldı. Bilge politikacı, birdenbire, Türklere yenildiğini hissetmişti.
Yenilmişti, onlarla savaşa bile girişmeden!
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Avrupa Mabetleri Üzerindeki Haç


Ermenistan, Kafkas Arnavutluğu, sonra İveriya (bugünkü Gürcistan), Suriye, Mısır birbiriyle yarışırcasına Kıpçakları çağırdılar: Büyük kavimler göçü, burada kendi devamını buldu. Fakat, bunu artık Büyük kültür göçü olarak tavsif etmek daha doğru olacaktır.
Her tarafta Tengri’nin haçını kabul ettiler; onunla da Türk ruhi/manevi kültürünü. (Türk modeline göre şekillenen) Yeni Hristiyanlık, onların Roma hakimiyetinden mutlak olarak kurtulmalarını sağladı.
Onlar için –bu ülkeler için–, Kıpçaklar, bizzat Derbent’te Patriklik tahtı kurdular. Bu, mühim bir girişimdi. Batı için, bir nevi ruhi/manevi okuldu. Buraya (bir vakitler Altay’a veya Kuşan hanlığına gidişte olduğu gibi), tecrübeli olarak gelmişlerdi. Burada ilk Hristiyan din adamlarını okuttular; onlara ilahi törenleri ve ayinleri gösterdiler, dinin sırlarını açtılar; vaizler yetiştirdiler.
Diğer Avrupalılar, Gök Tanrı’yı nasıl öğrendiler?.. Kafkas, uzun süre daha, Orta Avrupa’nın eğitimcisi olarak kaldı.
Burada –Derbent’te–, dünyanın ilk Hristiyan kilisesi kurulmuştu. Bu kilise de, yine Türk mabetleri örnek alınarak yapılmıştır; onda da sofaya girmek yasaktı. Roma’nın eski kolonilerinden yeni ruhi/manevi kaynağa yüzlerce insan koştu.
Bu kilise binası hala ayakta… Arkeologlar, bu binayı, kale kazılarını sürdürdükleri sırada, tesadüfen buldular. Hiç kimse, burada bu kadar paha biçilmez bir buluntuyla karşılaşmayı beklemiyordu. Önceleri onun ne olduğunu anlamadılar; tahıl ambarı zannettiler. Ancak sonra, bina topraktan temizlendiği zaman, bunun eski bir mabet olduğu açığa çıktı. Zira, kubbenin en üst kısmına kadar toprağa gömülmüştü… Bunca yüzyıl geçmiş, Tanrı onu korumuştu.
Binanın üstten eşkenar haçları hatırlatması için, Türkler mabetlerini tam böyle yaparlardı. Derbent’teki tapınak tıpatıp böyleydi. Ölçüleri itibariyle küçük. Duvarları kerpiçten. Her şey, bozkırlıların zamanında olduğu gibi.
Ermenistan’daki, İveriya ve Kıpçakların diğer müttefiklerindeki kiliseler, aynen böyle ortaya çıkmışlardı. Mabetlerin duvarları üzerine, ustaların-yapıcıların kazıdıkları işaretler, bunların Türk asıllı olduklarını söylüyorlar. İlim adamları uzun süre kafa yordular: “Bu anlaşılmaz/tuhaf işaretler ne manaya geliyordu?”
Her şey çok basit görünüyordu. Bu bir damgaydı (tamga). Bütün Türk soylarında (tuhumlarında) bulunan bir tür arma idi.
Eski kiliselerin duvarları üzerinde yüzyıllarca suskun kalan yazılar, sahipleri bulundukları zaman, susmayı bıraktılar.
Mesela, Ermenistan’da, ilim adamları şöyle bir yazıyla karşılaşmışlardı: “Keşişler cemaati için bu bağışı kabul et”; bağışı yapanların isimlerinin baş harflerinin yanı başında. Bu sözlerin üzerlerinden hemen hemen bin yedi yüz yıl geçti. Bunlar, eski Türkçe ile yazılmışlardı.
Ermeni halkı, yeni dini kabul hadisesi üzerine, Kıpçaklardan bu tür tebrikler aldı. Kısa, fakat çok manalı bir cümle; bu cümlede kavimlerin tarihlerinin bütün sayfaları var.
(Alık III. Vaçagana zamanına yakın) Bir mabette ise, taş üzerinde, eski ustaların elleriyle, din adamı kıyafeti içinde bir atlı resmedilmiştir. Bu atlı, Türk-vari, at üzerinde muntazam oturuyor; ayakları serbest, üzengisiz.
Tarihin bir muamması daha mı? Hiç de değil. Bu şekilde sadece bozkırlı din-adamları yolculuk ederlerdi. Onlar için üzengili olmak adetten değildi. Üzengi, bir savaş malzemesi idi.
Ermenistan’da o gün tören havası içinde geçti. 10 Ocak 326 yılında,Tengri’nin haçı, Avrupa’nın ilk kiliseleri üzerinde yükseldi. Ermeni kavmi, inancını ve haçını-kendi kurtarıcısını- bugüne kadar muhafaza ediyor.
Ermenistan’da Kutsal haça kavuşma bayramını, her zaman çok büyük törenlerle kutladılar: O, tarihlerinin hareketli bir anı idi. Ermeni kilisesinin başı, Eğitimci/Bilgiyayıcı Grigoriy’e Tanrı’nın Azizi adını vermeleri yine de doğrudur; o, torununa ve halkına, Türklere giden yolu göstermişti.
Krallığın arabası üzerinde, atlı askeri birliklerin (atlıların!) koruması altında, Grigoriy’i Derbent’ten uğurladılar. O, Türk dünyasından kutsal yadigarı –eşkenar haçı– getiriyordu! Yeni Avrupa’nın işaretini!
Bir mezhep böyle mi doğdu?
Türkler, Ermeni kilisesinin başına Grigoriy’i, Türkçe “müttefik” veya “katılan” manasına gelen “katılik” ilan ederek yüksek, çok yüksek bir itibar gösterdiler. Bu unvan, o zamandan beri, yüz yıllarca Ermeni kilisesinin başı –Katolikos– için muhafaza olundu. (Kelimenin sonundaki Grekçe “os” eki, sonradan ortaya çıktı.)
Suriye’nin, Mısır ve Bizans’ın Hristiyan cemaati, onun –Tanrı’nın Azizi’nin, Hristiyan dünyasının ilk gerçek pederinin– önünde diz çöktüler… Ermenistan’ın prestiji, bu yıllarda, karşı konulmaz biçimde yükseldi.
Ermeniler, Avrupa ve Akdeniz kültürüne girdikten sonra çok şey değişti: Batı, Türk dünyasının zenginliğine katıldı. O zamandan beri, şu ölümsüz sözler hala parıldıyorlar: “Işık Doğu’dan doğuyor.” Bu sözlerin çok derin bir manası var.
Işık Doğu’dan yükseliyor. Gerçekten…
Fakat, bizzat Doğu hakkında Avrupa hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Onun, Türk dünyası ile teması seyrek idi. Romalılar, Kıpçakları zalim, korkunç ve vahşi barbarlar olarak göstermek, insanları onlardan ürkütüp kaçırmak ve böylece kendi hakimiyetlerini sürdürmek için, bunu kullandılar. Ne yazık ki, çoğunu başardılar.
Fakat, Türk kavmi ve onun kültürü hakkındaki gerçeği bilen bir Avrupalı vardı: Piskopos Grigoris. O, Derbent’te yaşadı; Gök Tanrı adına vazife yürüttü ve her şeyi kendi gözleriyle gördü. Kendisinde Geser’in fedakarane hizmetlerinin samimiyetini görerek, genç adamı, Peygamberle mukayese ettiler. Avrupalılar, Grigoris’i Peygamberler Mesabesinde gördüler.
Bu durum, Roma’da gizlenen, Gök Tanrı’nın esrarengiz düşmanlarının işlerine tam gelmedi. Romalı yöneticiler, Kıpçaklar hakkındaki gerçeklerden korktular; onların Avrupa’ya gelişlerinden korktular. Ve sevdikleri silaha, iftiraya sarıldılar. İranlıların gence iftirasından, Grigoris’in İranlı bir asilzade soyundan olduğunu öğrendiler. Onu, günahlara batmış biri olarak suçladılar.
Trajik gün… Grigoris, kendisini masum gösterecek bir şey bulamadı. Her şey ona karşı idi. Türkler, onu korkunç bir idam şekliyle idam ettiler. Burada, Derbent’te, bir meydanda. Genci, vahşi bir atın kuyruğuna bağladılar; sonra hakimler kendisine hükmü okudular.
Fakat o, ölüm karşısında merhamet dilemedi. Sustu, çünkü, masumiyetini ortaya koyacak bir şey yoktu. Sadece gökyüzüne baktı ve yavaşça söylendi: “Tengri salgan namusdan kaçmas!” (“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”)
Akılları durmuş olan hakimler, ne olduğunu hemen anlamadılar. Anladıkları zaman ise, at artık deniz kıyısında hızla koşuyordu. Çok uzaktaydı…
İdamı, bir kurban etme olarak gördüler. Kahramanın ruhunun ve masum kurbanın, Kıpçakların koruyucusu olması için Tengri’ye dua etmeye başladılar. Bu da –bir kahramanda koruyuculuk arama–, eski bir Altay geleneği idi.
Bu dakikadan itibaren, piskopos Grigoris, Türkçe Cargan (deli yürek) ismini aldı. O, ruhu ile Türk, yakın bir akraba, bir deli yürek oldu; Kıpçakların kendileri gibi. Bozkırlılar, onu kendi cemaatleri içinde kabul ettiler. Cargan’ın ruhunun yeni doğmuş bir erkek Türk çocuğunda tecessüm etmesi ve artık bir daha hiçbir zaman Türk dünyasını terk etmemesi için, uzun süre dua ettiler.
(Belirtmek gerekir ki, Türkler çok çok eski devirlerde, isim değiştirmeye, ruhun başka bir şekle girmesi gibi, hususi bir mana veriyorlardı; isim değiştirme, eski hayatın sona ermesi ve yenisinin başlaması manasına geliyordu.)
Cargan’ı hürmetle defnettiler. Türk kavminin milli kahramanı gibi. Derbent civarındaki dağların en yükseğinin zirvesinde. Mezarın üzerinde bir şapel yaptılar. İdam yerinde ise bir mabet.
Definden sonraki dokuzuncu gün bir muzice vuku’buldu. Mezarın yanı başında bir kaynak (çeşme) ortaya çıktı. Hiçbir zaman çeşme bulunmayan dağların zirvesinde, topraktan şifalı su fışkırdı. Kutsal mezara hacılar üşüştüler. Onlar uzaklardan geldiler.
Çok geçmeden burada bir köy oluştu; bu köyde kutsal yerin muhafızları yaşadılar. Onlar, nesilden nesile, bu yerlerin esrarını muhafaza ettiler. Şifalı sulu kaynağı (çeşmeyi) korudular; buraya, eskiden olduğu gibi, insanlar hala da gidiyorlar.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)