Kavimler Göçü döneminde Avrupa ve Türk Kültürü

ROMA’NIN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ
Kıpçaklar, sakin ve rahat hareketleriyle Romalı yöneticileri dehşete düşürdüler. Kendine güvenen atlılardan korktular. Ve ilk uygun fırsatta zarar vermek isteyerek, onların arkalarından casusluk yaptılar. Fakat, zahiren her şey tamamen yolunda görünüyordu.
Mesela, 312 yılından itibaren Deşt-i Kıpçak’a gönüllü olarak haraç ödemeye hazır olduklarını kendileri söyleyen Grekler, Kıpçaklardan övgüyle söz etmekteydiler. (Kıpçaklar, eğer onların ordularında hizmet etmekte, tarlalarını işlemekte iseler, nasıl övgüyle söz edilmez, nasıl yaranılmaz, nasıl ödeme yapılmaz.)
Roma da haraç ödedi. Fakat bunu hiç de kendisi isteyerek yapmadı.
380’li yıllarda, Roma (Batı) imparatorluğunun kuzey sınırlarının yakınında bozkırlıların ilk yürüyen evleri göründüler. Çağdaşlar, tam da bu tarihe işaret ediyorlar. Demek ki, o sırada, burada ilk Türk yerleşim yerleri ortaya çıktılar.
Kıpçaklarla komşuluk, önceleri Romalıları çok korkutmuştu. Fakat yıllar içinde her şey değişti. Korkmayı bıraktılar. Roma, Bizans örneği üzere, Doğu’lu göçmenlere yaklaşma yollarını aramaya başladı. Ve buldu.
Bu hızlı oldu. O sırada Kıpçaklarda kıtlık, iki yıl sert bir kuraklık olmuştu. Açlık, insanları, ot gibi, “biçiyordu”. Romalı tüccarlar, tilkilerin kümeslere dadanması gibi, yeni Türk sitelerine dadandılar. Onlar, Kıpçakların açlıklarından kazanç sağladılar: Onlara bayat ürünlerini sattılar.
Sadece altın karşılığında sattılar. Ailelerde altın bitince, bu tüccarlar, gebermiş Roma köpeklerinin etleriyle Türk çocuklarını değiş-tokuş ettiler. Anne-babalar, böyle bir değiş-tokuş için bizzat gittiler; açlık yüzünden ölmekten kurtuluşun tek çıkar yolu olarak gördükleri için, çocuklarını köleliğe kendileri verdiler.
Vakıa iğrençti. Çirkindi. Ne var ki, bu, Romalıların ahlakını, hakiki yüzlerini gösteriyor.
Türkler, bu felakete sabır ve metanetle dayandılar. Onlar, tüccarları yağmalayabilir veya kovabilirlerdi; fakat böyle yapmadılar. Dişlerini sıkıp, dayandılar… Söz arasında, bu yıllarda Roma, “katılikom” –yani Türklerin müttefiki– ismiyle Grek hristiyanlığını kabul ettiler. Türklerin felaketlerinden kar ettiler.
Bu “müttefik” her şeyi yapabilecek durumdaydı. O, artık Bizans’a tabi idi; fakat bütün dünyadan nefret ediyordu. Bilhassa Roma’yı eski kudretinden mahrum bırakmış olan Kıpçaklardan. Romalılar, açıktan savaşı bırakıp gizli mücadeleye başladılar. Bu mücadele yüz yıldan fazla sürdü. Burada galip geldiler: Türkleri hilkat garibeleri, vahşiler ve hatta “vahşi hayvanlar gibi yemek yiyen” göçebeler şeklinde göstererek, gelecek nesiller önünde onlara iftira ettiler… Bu kulis mücadelesinde pek parlak bir başarı sağladılar.
“Vahşi hayvanlar gibi” nasıl yenilebilir? Anlaşılan, çok basit. Kaşık veya çatalı ele almak gerek; Türkler, bıçağın da yardımıyla, böyle yiyorlardı (bıçak, daima, hançerle birlikte kınındaydı). Vahşi hayvanlar gibi (!) yemek yemeden önce, ibrikten ellerini yıkamaları ve onları havlularla kurulamaları gerekiyordu. İşte hepsi bu.
Oysa Avrupalılar çatalla bıçağı duymamışlardı bile. Onlar, vahşi hayvanlar gibi (!) değil, elleriyle yiyorlardı. Mesela, Romalı devlet adamları, evlerinde Arap oğlanlar bulundururlar ve yemekten sonra, yağlı ellerini, onların uzun sert saçlarıyla kurularlardı.
Avrupalıların, güzellik hakkında Kıpçaklardan tamamen farklı düşünceleri vardı. Bizans imparatoru Julien, yakışıklı sayılmaktaydı; oysa onun sakalı, kum gibi, bitle doluydu. Yaşayan, kıpır kıpır kaynaşan sakal, insanı hayranlığa sevk ediyor, o da bununla gururlanıyordu.
Grekler ve Romalılar, hamamı bilmiyorlardı. “Hamam” (баня: banya), Türk icadıdır; kelime de Türkçe’dir; “bu” (buhar) ve “ana” (anne)dan, diğer bir deyişle “buharın anası”ndan gelir.
Roma’nın ünlü termal suları, herkese açık olmaktan uzaktı. Üç yüz bin kişilik Roma’da sadece seçkinler hamama girme imkanına sahiptiler. Kıpçaklarda ise her şey farklıydı; hamam günlük hayatın bir parçasıydı. Bozkır, halkı temizliğe, intizama alıştırmıştı. Ev kadını, evi toplamadan önce yemeği hazırlamazdı. Meskenlerin temizliği ve şahsi temizlik; bu da Türk kavminin bir vasfı; çünkü her pislik, bozkırda salgınlara ve hastalıklara yol açabilirdi… Pisliklere tahammül edilmezdi.
Her Kıpçak, sabah ve akşam elini-yüzünü yıkardı. Keza, yemekten önce ve duadan önce.
Türklerde bir inanç vardı; sen uyuduğun zaman, ruhun dünya üzerinde uçar, sabahleyin geri döner. Uyanmadan tam bir saniye önce. Eğer insan elini yüzünü yıkamazsa, ruh korkar ve ebedi olarak uçup gider. (Bu sebeple, uykuda başa battaniye örtmek yasaktı.)
Kıpçaklar, törelere sımsıkı uyarlardı; çünkü törelerin içinde halkın hayat tecrübesi toplanmıştı! Onun bilgeliği. Kendilerinden öncekilerin hatalarını tekrarlamamak için, onları gözetirlerdi.
Törenin her ayrıntısının bir manası vardı. Hiçbir şey boşuna değildi.
Mesela, tırnak kesmeler tam bir ritüel idi. Türk’ün yaşama gücü (onun kutu), gündüzleri tırnakların, geceleri ise saçların köklerinin altında demekti. Orada ideal bir temizlik gerekliydi; bu konuyu çocuk bile bilirdi.
Avrupalılar, Kıpçakların hayatındaki çok şeyi anlamadılar. Onun için de türlü tahminlerde bulundular; Türk’ün hayat gerçeklerini açıklamak için, art-arda, saçma sapan şeyler uydurdular.
Türkler “Göçebe” değil, yeni topraklar araştıran keşifçilerdi!
Mesela, yürüyen evler niçin gereklidir? Onun yabancısı olan bir insan, bu soruya cevap veremez. Romalı casuslar da böyle, yeni topraklar araştıranların (keşifçilerin) yürüyen evlerini görünce, Kıpçakların göçebe bir kavim olduğuna hükmettiler. Ve bunu, bütün dünyaya yaydılar.
Fakat Grekler, onlarda yürüyen evleri değil, tamamen başka şeyleri gördüler… Bir tesadüf eseri olarak, Bizanslı Prisk’in hatıratı kurtulmuş bulunuyor. Bu, Büyük kavimler göçü, Attila, Kıpçakların ilgi çekici ufak tefek şeyleri hakkında hakikati haber veren paha biçilmez tarihi bir dokümandır. Bu eser, tesadüfen kurtuldu; Romalılar, diğer bütün dokümanları yüzyıllar içinde tamamen yok ettiler.
Prisk’in hatıratı, her şeyi bizzat gören bir adam tarafından yazılmış olması bakımından değerlidir. O, sadece görmemişti, aynı zamanda elleriyle dokunmuştu. Prisk, Avrupa elçilik heyetiyle Attila’nın sarayına gelmişti. Bu hiddetli Türk hükümdarından barış dilenmeğe gelmişti.
BİZANSLI PRİSK’İN GÖZÜYLE TÜRKLER
449 yılı. Avrupa’da fırtına, görünüşe göre, dinmiş, Attila’nın öfkesi, yerini merhamete bırakmıştı. İşte o sırada, Attila’ya, içinde Bizanslı memur Prisk’in bulunduğu bir heyet gitti. Heyet barış –her ne pahasına olursa olsun barış– aramaya gitti.
“Birkaç ırmağı geçerek” –diye yazıyor raporunda Prisk– “içinde Attila’nın sarayının bulunduğu muazzam bir yere vardık.”
O yerleşim yerinin adı neydi? Belli değil. Belki, Bolgarya’nın eski başkentinden, Preslav şehrinden söz ediliyordu. Veya, Bavyera’nın eski bir şehrinden. Öyle veya böyle, o, Orta Avrupa’da yeni bir Türk şehri idi; Büyük kavimler göçüyle birlikte büyüyüp gelişmişti.
Grek, gördüklerine şaşırıp kalmıştı. Böyle bir şehri Avrupalılar kurmamışlardı. Bilhassa Attila’nın sarayı şaşırtmıştı. Tomruktan doğranmış, süslü oymalı söveleriyle saray, sanki toprak üzerinde süzülüyordu. O, güneş gibi parlıyordu, öylesine ince bir işçilik vardı.  Sarayın uzun sivri külahları göğe dayanıyordu.
Sarayın yanı başında kraliçe Kreki’nin teremi bulunuyordu. O, daha küçük, fakat dantelalarıyla daha güzel görünüyordu. Oyma motifler, onu harikulade yapıyorlardı… Sanki güneş ışıklarından örülmüş gibiydi.
Hükümdarların odaları, zarif nöbetçi kuleli yüksek duvarlarla çevrilmiş idiler.
Prisk, bu ağaçtan yapılmış emsalsiz şeylere büyülenmiş gibi bakarak uzun süre durdu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Sadece sessiz bir hayranlık. Saraya girerek şaşıran Grek, binanın yuvarlak görünmesi için, tomrukların nasıl yerleştirilmiş olabileceğini anlamadan kalakaldı. Oysa, bina yuvarlak değildi. Sadece öyle görünüyordu. Gerçekte sekizgen idi. Türklerin mimari gelenekleri bu şekildedir. Daha Eski Altay’da iken sekizgen kurenler inşa etmişlerdi.
Terem, yine aynı kuren. Sadece daha yüksek ve biraz farklı yapılı bir kurendir.
Prisk, “zemin, üzerinde gezip dolaştıkları yün halılarla kaplı.” diye kaydetmektedir. Doğru. Kıpçaklar, meskenlerin zeminine daima yolluklar veya keçe halılar seriyorlardı; bu eski bir gelenektir.
Bizanslı, mütecessis bir adamdı; günlük hayatla ilgili ufak tefek şeylere dikkat etmişti. Kıpçaklar ne yapıyorlar, ne giyiyorlar, ne yiyorlardı… Hiçbir şey onun, bu tecrübeli casusun (Prisk, hayatta böyleydi) gözlerinden kaçmıyordu. Buraya basit bir adamı gönderecek değillerdi ya.
Türklerin kadınlarının güzelliği, Grek’i pek şaşırtmıştı. Özenli, sade kıyafetleriyle. Bilhassa, uzun saçaklarla –püsküllerle– süslü baş-örtüleriyle (veya şallarıyla). Kıpçaklar, beyaz şalları mabet ve matem günleri için, renkli şalları ise bayramlar ve günlük hayat için yapıyorlardı.
Bizanslı Prisk’in rapor metninin çok açık olduğu görülüyor. Onu, sadece okumak gerekir. Fakat hayır. Mesela, kraliçe Kreki’nin yaşadığı ve Prisk’in ilk defa Türklerde gördüğü teremi, şimdi “Grek icadı” olarak tavsif ediyorlar… Güya, teremi Grekler icad etmişler. Keçenin (fötrün) icadı, Fransızlara mal edilmiştir. Şallar ise, daha başka birilerine. Oysa, bu Türk milletinin malı, yüzyılların ürünüdür.
Aslında, günlük hayatın bütün bu parçaları, Avrupa’da Kıpçakların kültürünün ayırt edici hususiyeti oldular; milletin şahsiyetini onlar oluşturdular; onu, tanınır ve diğer milletlere benzemez kıldılar.
Ya Kıpçaklar? Kıpçaklar, kendi tarihlerinin açık bir şekilde çarpıtılmasını bizzat nasıl karşıladılar?
Hiçbir şey yapmadılar. Onlar, daima Türk olarak kaldılar… Geniş ruhlu, herkesi ve her şeyi bağışlayan insanlar olarak. Türk, koynuna taş koymayı [kendine kötülük yapana karşılık vermeyi] bilmiyor. Kendini savunmuyor; her şeyi “sonraya” bırakıyor. O, böyledir. Gerçeğin nasıl olsa galip geleceğini biliyor. Onunla yaşıyor.
Ne denebilir ki, onca zehirleme girişimine rağmen, Attila, Prisk’in elçilik heyetini kendi şölenine davet etmişti… Bu, cömert bir ruhun teşebbüsü değildi. Sıradan bir Türk töresi idi. Misafiri kabul etmemek, Kıpçaklar için yüzkarası idi. Attila, Prisk’i sofraya çağırmamak edemezdi.
Becerikli politikacılar, artık o sırada Türklerin açıklıklarından, dürüstlüklerinden faydalanıyorlardı. Tabii, bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Türkler ise, kendi saf-dilliklerini! Kendi zayıf taraflarını onlara açtılar; kendilerini kullanılmaya müsait hale getirdiler; böylece Deşt-i Kıpçak’ı zaafa düşürdüler.
Burada kimse suçlu değildir; milletin karakteri budur. Onu, buyrukla değiştirmek mümkün değildir. O, eskiden oldu; şimdi var ve gelecekte olacaktır; çünkü, bu karakter anne sütüyle geçiyor ve yüzyıllar içinde oluşuyor.
Bazı gelenekleri, daha Büyük kavimler göçü zamanından itibaren değiştirmek gerekti; çünkü Avrupa’da başka bir çevre, başka bir kültür vardı; demek ki, orada başka türlü yaşamak gerekiyordu. Başka bir ahlak ile. Fakat bunu yapmayı kimse akıl etmedi. Kıpçak hanları, kendi basiretsizliklerinin cezasını ödediler. Malumdur ki, insanlar başkasının evine, kendi adetleriyle gitmiyorlar. Avrupa ise, Türkler için, ne de olsa, başkasının evi idi; o, onları kendisi değiştirdi.
… Şölenin verildiği oda, taze ağaç kokuyordu. Duvarlar boyunca geniş peykeler duruyorlardı. Yanında ise, masif meşe masalar. Attila, baş masaya oturdu. Burası, tver’ olarak adlandırılan şerefli bir yer (taht) idi; bu kısım, ince rengarenk perdelerle kapatılmıştı. Yanında, merdivende, onun büyük oğlu Ellak oturuyordu. O, gözlerini yere indirmiş ve yemeğe el sürmeden oturuyordu. Babasına hizmete her zaman hazırdı…
Babaya bakmak… oğulun soylu vazifesi! Kıpçaklar bu düşünceyle yaşadılar; onların karakterleri, bu hususta da kendini gösteriyor. Büyüğe saygı, itiraz kabul etmezdi; çünkü büyük, adete (kanuna) göre, küçüğü korumakla vazifeliydi. Sofra ve günlük hayat kaideleri, tam bir ritüel halinde yaşıyordu.
Yemekten önce “Tanrı’ya dua ettiler” diye anlatıyor, Prisk. Dua okudular ve yemeğe başladılar. Duayı, din-adamı –Avrupa tarihinde çok muammalı bir şahsiyet olan peder Orest– idare etti.
Orest, Avrupa dillerini pek güzel biliyordu; kendi zamanının incisi idi… Bu adamın kaderi şaşırtıcıdır. İki rivayet var. Birine göre, o, Attila’nın din-adamı idi; diğer rivayete göre ise, sekreter-tercüman olarak vazifeliydi. O, Deşt-i Kıpçak (daha doğrusu, bugünkü Avusturya, Macaristan) doğumludur. Onu Türk olarak tavsif etmek mümkün müdür? Fakat, Romalı tarihçiler, onun güya aslen Romalı olduğunu iddia ediyorlar; bu iddia dışında, onun Türk olmadığını gösteren bir şey yok.
Attila, bir yabancıyı kendine yaklaştırabilir miydi? Mahrem düşüncelerini ve duygularını bir yabancıya emanet edebilir miydi? İstanbul’a, bir yabancıyı kendi elçisi olarak gönderebilir miydi? Asla. O, bir din adamı; Attila’ya en yakın, en mutemet insandı. Bir eğitici ve yaşlı bir dosttu.
Peder Orest’in, Attila’nın çoğu silah arkadaşları gibi, komutanın ölümünden sonra, Roma’da parlak bir kariyer yapması ilgi çekicidir. Roma’da, imparator sarayında, büyük kumandanlar ve din adamları arasında artık pek çok Türk vardı. Bu dönem sisli bir dönem, darbeler ve esrarengiz cinayetler zamanıydı; Kıpçakları kabul eden Roma cemiyeti kaynıyordu. Herkes, cemiyette kendisine bir yer arıyordu.
Türklerin gelişleriyle, Bizans tarihi burada tekrarlandı; kültürlerin ve kavimlerin birbirine karışması burada başladı. Kıpçaklar, iktidarı ele geçirmeyi denediler. Peder Orest, bunun için her şeyi yaptı; federatlar ordusunun başına geçti ve şaşılacak kadar güzel, genç bir insan olan kendi oğlunu Roma tahtına çıkardı. Peder Orest’in oğlu, kendisine Batı Roma imparatoru olarak taç giydirildiği zaman, Latince Romul Avgustul ismini aldı. Böylece, son Roma imparatoru bir Kıpçak oldu!
5 Eylül 476 yılında, onu, Odoakr isimli bir başka Türk devirdi; böylece Roma imparatorluğu “resmen” sona erdi. Roma tahtı için çekişen Kıpçaklar, onu kendileri kaybettiler.
Pederin biyografisi, çok ani bir biçimde, son Roma imparatoruna dönüştü. Diğer bir rivayete göre, 511 yılında, yani onun ölümünden (!) 35 yıl sonra, Romalılar, Orest’i hristiyan yaptılar ve kendisine Aziz Severin adını verdiler… (“Aziz Severin’in Hayatı” –çelişkilerden örülmüş bir ilmi eser.)
… Grek Prisk’in notları, her sağduyulu insanda çok, pek çok düşünceler uyandırıyor. Hadiseler, “resmi” tarihin çizdiği çerçeveye sığmıyorlar…
Attila’nın ziyafeti nasıl geçti, ne içtiler, hangi konuda konuştular, kime güldüler, ne giyinmişlerdi… Prisk, bu konularda gayet güvenilir bilgiler vermektedir.
Ziyafet, gerektiği gibi, şarkılarla sona ermişti. Ruha işleyen ve onu her şaraptan daha iyi sarhoş eden şarkılarla. Türk şarkısız değildi; ne V. yüzyılda, ne daha sonra, ne daha önce… Kurtuluş yok, müzik –dil gibi– her milletin kendi malıdır. Bunu tarih tesbit ediyor.
Müzisyenler sahneye çıktılar ve harikulade şeyler çalmaya başladılar. Onların ellerinin altında teller canlandılar, yaylar havalandılar. Prisk’in dili tutulmuştu. Müziği dinliyordu. Fevkalade güzel müziği. Greklerin bilmedikleri şaşırtıcı müzik aletleri gördü. (Bunlar viyolonsellerin, kemanların, harplerin, balalaykaların, talyankaların [bir çeşit akordeon] büyük nineleri, büyük dedeleri idiler.)
Şarkılardan sonra, sahneye soytarı çıktı. O, gözlerden yaş gelinceye kadar gülmek zorunda bırakan her saçmalığı yaptı. Attila, herkesle birlikte, kendi soytarısının yaptıklarına kahkahalar attı.
Daha sonraları Avrupa krallarının saraylarında bulunan, balolarda misafirleri neşelendiren ve eğlendiren, kralların yüzlerine hakikati söyleyen, onlara, şaklabanlıklarına kimsenin ceza vermediği soytarılar buradan, Attila’yı taklit etme arzularından gelmiyorlar mıdır? Üstelik, soytarılar sadece, şecere bakımından Türki köklere uzanan kraliyet hanelerinde bulundular. Mesela, İskoçyalılarda veya Romalılarda soytarılar yoktu. Onların geleneklerinde soytarı yoktu.
Prisk, Attila’nın, kendisini hayretler içinde bırakan mütevazılığını, sadeliğini de kaydetmiştir. Hükümdar, açıkça, bir hükümdar gibi yaşamıyordu. Bu büyük insanın kıyafeti, yiyeceği hiç de farklı değildi. Herkesinki nasılsa, öyleydi.
Kahramana hayranlıkla bakan insanlar, komutanı mümtaz görüyorlardı. Attila’ya, işinden, davranışlarından dolayı olağanüstü saygı gösteriyorlardı. Onun cesaret ve bilgeliğine kayıtsız kalmıyorlardı. Mesela, avda onunla pek az kimse boy ölçüşebilirdi. O, at üstünde avlanıyordu. Yaban domuzlarına, geyiklere, ayılara hareket halinde iken topuzla veya teberle saldırır, onları öldürürdü.
Doğan (sokol) ile avlanma pek değerliydi. Türkçe “sok-kol” “ele getirmek”; “ber-kut” “av/ganimet vermek/getirmek” manasına gelmektedir. Kuşların isimleri, kendi kendilerini anlatıyorlar. “Korçu” (asalak, zararlı böcek) gibi; onun için, çaylak (korşun)lar, ava götürülmezdi. Attila’nın sarayının yanında “sokolçi”ler hizmet veriyorlardı; avcı kuşlara bakanlar, onları besleyenler, ava hazırlayanlar bu kişilerdi.
Bayram eğlenceleri için yabani ayılar getiren insanlar vardı. Onlar, ormanda vahşi hayvanları yakalıyorlar ve kafes içinde başkente getiriyorlardı. Türkler, ayı güreşine çok değer veriyorlardı.
Yabani ayıyı ağıla saldılar. Halkın heyecanlı haykırışları altında, elinde sapan veya bıçak bulunan cesur bir adam, onun karşısına çıktı. Kurumlu bir tavırla, kaygısızca çıktı. Vahşi hayvan, ölümü hissetmekte, fakat ona engel olamamaktaydı. Sonunda dayanamadı ve… Toplanan halk, heyecandan donup kalmıştı. Kızgın ayı, adamın üzerine saldırdı; adam çevik bir hamleyle, bir anda bıçağı sapına kadar ayının kalbine sapladı. Galibi şiddetle alkışladılar. Eski bir gelenek!
Yumruk kavgası? Bu da sevilen bir eğlenceydi. Bu, ne bir yarış, ne de spor idi. Türk’ün karakterinde daima olan bir şeydi. Herkes, kendi gücünü denemeye, kendi kanını ısıtmaya çalışabilirdi. Çocukluktan itibaren, bozkırlılar “yumruk kavgasında”, bu açık güreşte kendilerini denemeye giderlerdi. Saray saraya, sokak sokağa. Anlaşmazlık orada çözülürdü; rakiple göz göze gelindiği zaman. Sadece sen ve o.
Cemiyette bir yumruk kavgası hukuku vardı. Ona saygı gösteriyorlardı. Ondan korkar, çekinirlerdi. Karşılıklı saflar halinde veya bire bir dövüşürlerdi. İlk kan çıkıncaya kadar. Her şey sıkı kaidelere bağlıydı. Kaidelere uymamak yüzünden, orada, kavga yerinde öldürülebilirlerdi. Bu adil bir öldürme idi; kimse böyle bir ölümün intikamını alma hakkına sahip değildi.
Kıpçakların hayatında pek çok sevinç vardı; pek çok bayram, onların hayatını renklendiriyordu. Onlar, başarılı bir askeri seferden sonra, en sevdikleri oyuna tutuşurlardı: Atlılar, ellerine dama taşlarını değil, uzun eğri sopaları alırlar ve onlarla zemin (pol) üzerinde, düşmanın deri bir torbaya sarılmış kesik başını sürerlerdi. Haşmetli bir zafer oyunu!
Bu yabani eğlence, bugüne kadar unutulmadı; ona “polo” deniyor. (Bu oyunu İngilizler seviyorlar; çünkü ataları, adaya Attila ile birlikte gelmişlerdi.) Fakat, şimdi –bir zamanlar sürdükleri gibi– düşmanın kesik başını değil, ağaçtan yapılmış bir topu sürüyorlar. Buna karşılık, oyunu eski kaidelere göre oynuyorlar!
Millet gibi, gelenekler de ölmüyorlar… Sadece anılar ölüyorlar.

BİRLEŞİK AVRUPA ORDUSUYLA MEYDAN SAVAŞI
Prisk’in heyetine Attila soğuk davrandı. Her tavrıyla, her hareketiyle, heyetten hoşlanmadığını gösteriyordu. Çevreye hakim olan hile, aldatmaca, onun hoşuna gitmemişti. Büyük Kıpçak, çoktan beri biliyordu ki, yalan bir sanattır ve politika vardır. Fakat o, Avrupa’da mevcut olan bu çarpık kaideye boyun eğemezdi. Onu kabul edemezdi.
O, başka bir kaideye göre, başka bir siyasi kültürle yaşıyordu. Onun ahlakı farklı idi. Kıpçaklar, hile ile zengin olamayacakları, bunun yüzkarasından başka, hiçbir şey kazandırmayacağı düşüncesiyle büyüyorlardı.
İşte şimdi Attila, açıkça görüyordu ki, Hıristiyanlar, onun en iyi askerlerini ayartıyor, kendilerine çekiyorlar. Bunu açıkça ve küstahça yapıyorlar. O, listeleri gösterdi ve hainleri iade etmelerini talep etti. Fakat, Avrupalılar, ikiyüzlüce gülümsediler; her şeyi inkar ettiler.
Kıpçakların hükümdarı, görüşmeleri ustaca yürütmeyi bilmiyordu; çünkü o, bir politikacı için haddinden fazla dürüst bir insandı. O, elçiyle açıkça konuşuyordu. Onlar ise, bunu Attila’nın zaafı olarak yorumluyorlar ve kendisiyle alay ediyorlardı.
Aslında üzerinde konuşulacak bir şey yoktu. Her şey o kadar açıktı ki. Ordusunu ayartıp ondan koparıyorlardı. Büyük komutanları. Elbette bu, Attila’nın işine gelemezdi. Fakat, bu sadece ehven-i şerdi.
Bütün felaket şurada idi ki, onlar, bu insanlar, gitmemek edemezlerdi. Onların gidişleri kaçınılmaz idi. Bu gidişi ne buyrukla, ne hazine ile, ne korku ile durdurmak mümkündü; o, beşer cemiyetinin tabiatında yerleşmişti. Çünkü, cemiyet kendi nüfusunu kendisi tesbit ediyor!.. Nasıl? Bu da, etnografyanın anlaşılmaz bir sırrıdır.
Kabiliyetli insanlar, öz vatanlarından ayrılıyorlar; umumiyetle para için değil, iktidar ve istikbal için… Kendi vatanlarında asla sahip olamayacakları makamlar ve istikballer için. (Zaten ta buralara kadar yaşayacak yeni yerler ve idealler bulmak için gelmemişler miydi?)
Kıpçaklar, Roma’dan nefret ediyor ve nefretlerini gizlemiyorlardı; ama, başkasının ülkesine hizmet etmeye gittiler. Düşman tarafına kaçanlardan birisi, mesela, mektubunda, Romalıların adını silmeyi ve Roma imparatorluğunu Kıpçak imparatorluğuna dönüştürmeyi hararetle tahayyül ettiğini yazmıştı. Fakat, bunun yanında, Türklerin çok kötü kanunu olduğunu üzüntüyle kaydediyordu. “Bu sebeple, onun hiçbir şeyine bakmaksızın, Roma’nın şanını ihya etmek için çok hızlı yürümeğe karar verdim.” Üstelik, Türkler hesabına ihya etmeğe, diye bitirmişti.
Bu trajedi, Kıpçakları ilgilendiren gerçek bir trajedidir: Nüfus artışı, onlara acı neticeler doğurdu… Yeryüzünde haddinden fazla çoğalmışlardı: Devasa Deşt-i Kıpçak bile artık dar geliyordu. Cemiyet, kendi üstün kabiliyetli oğullarını içine sığdıramıyor, onlara gerekli refah ve mutluluğu temin edemiyordu… Milletin, bir kalemde, bir anda yüz bilge veya bin kabiliyetli büyük kumandanı olmamalıdır. Onlar için iş bulunmuyor.
Gerekli olan sadece bir bilge ve bir iyi kumandandır (olağanüstü durumlarda iki-üç; fakat yüz ve bin değil.) Tıpkı yüz büyük şairin bir arada olamaması gibi… Onları dinlemeye yoruluyorlar. Kabiliyetlilerin kıtlığı gibi, bolluğu da bir cemiyet trajedisidir. İşte Kıpçakların karşı karşıya kaldıkları şey.
Romalılar ve Grekler, aksine, kabiliyetliler açısından kıtlık çekiyorlardı. Pagan Avrupa, çoktan beri ve umutsuzca yaşlanıyordu; onun, kültürünü yenileyecek taze bir kana ihtiyacı vardı.
Onun için, Kıpçak kaçakları memnuniyetle kabul etti; onlara pek güzel hayat şartları sağladı; pek çok şey feda etti. Hatta, Roma, mesela 380 yılında, kendisi için küçük düşürücü olan Grek hristiyanlığını kabul etmişti. Çaresizlikten kabul etmişti. Kıpçakların, Hristiyanların müttefikleri olduklarını biliyordu. Böylece, kendileri için, Türk dünyasına yol açmışlardı.
Türkler ise, bu sade-dil Türkler ise… Talihli İnsanlar… Onlar, gözlerini her şeye sımsıkı kapayan sargıları hissetmeden, at üzerinde oturdular. Çevrede olup bitenlerin farkına varmadılar; bir günlük yaşadılar. Önce veya sonra, bir gün Deşt-i Kıpçak’lı kaçakların kendilerini göstermeleri gerekiyordu. Onlar, kanları gereği Kıpçaklar.
Romalılar, atalık’a vermeyi – çocukları eğitim için başka ailelere verme ile ilgili eski Türk töresini–, onlardan öğrenmişlerdi. Romalı asil soylu bir çocuğu–Aetsiy’i– Attila’ya gönderdiler. Aetsiy’i Attila, küçük kardeş olarak isimlendirdi; onu törenin gerektirdiği gibi yetiştirdi… Zamanı geldiğinde, Aetsiy, tecrübeli bir adam olarak eve döndü. O, general, sonra da Roma ordusu komutanı oldu. Batı Roma imparatorluğunun tamamında, Kıpçakları, kimse ondan (bizzat Attila’nın öğrencisi!) daha iyi tanımıyordu.
O, Aetsiy, kendisine acımadan, daha sonra Türk yöneticilerin aralarını bozdu; birini diğerine çekiştirdi; Kıpçakları ayarttı; büyük kumandanları, din-adamlarını, sıradan insanları ısrarla yanına davet etti. Onlara zengin topraklar ve malikaneler, vazifeler ve unvanlar verdi. Onlar için her şeyi yaptı; çünkü o, Türk milletinin kabiliyetliler trajedisini, kendilerinden önce anlamıştı. Zaafı keşfetti ve bunu Roma’nın menfaatine istismarı bildi. O, Türklere karşı, bizzat Türklerin elleriyle savaştı.
Aetsiy’in kendisi kimdi? O, Kıpçak cemiyeti içinde, kendisini, Kıpçaklardan biri gibi, fevkalade güvenli hissetmişti. Gayet tabiidir. Onun Gaudentsiy isimli babası, Roma süvari ordusunda başkomutan olan bir Türk idi; annesi İtala ise, çağdaşlarının hakkında yazdıklarına göre, Romalı “soylu ve zengin bir kadın”dı… Onların evliliklerinden kötü kalpli bir dahi doğmuştu.
Gallia (bugünkü Fransa), Aetsiy’in gayretleriyle, gerçek bir kaçak krallığı olmuştu. Burada binlerce Kıpçak aile yaşıyordu; orada her şey Türk idi. Başkentin ismi bile. Türk kulağı için alışılagelmiş bir kelime – Tuluza (Toulouse).
… Attila, Prisk heyetinden bu hainlerin iadelerini istedi; bilmiyordu ki, ırmağı, çıktığı kaynağa geri döndürmek mümkün değildir. İmkansızı istiyordu!.. Yüzlerce isim verdi; kaçakların gizlendikleri Tuluza’dan, diğer şehirlerden söz etti… Beyhude.
Kıpçakların istihbaratı iyi çalışıyordu. Mesela, Avrelion adlı Gallia şehrinin adının Türk tarzında, Orlean olarak değiştirildiğini tesbit etmişti. (Yabancı bir sözü bozarak, bu şekilde “isim değiştirmeler” kaçınılmazdır; göçmenler onu kendileri için anlaşılır hale getiriyorlar.)
Prisk’in elçilik heyeti, her şeyi inkar etti; Gallia’da ortaya çıkan yeni Türk şehirlerini bile. Söz bulamayan Attila, yalancıları saraydan kovdu.
O sıralar, hadiseler, hiç de Kıpçakların hayrına olacak şekilde cereyan etmiyorlardı. Düşmanlar, zaman kazanarak, Aetsiy’in birleşik bir Avrupa ordusu toplayabilmesi için, ağırdan alıyorlar; ani bir darbe vurmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, hesapları yanlış çıktı.
Attila, Gallia’ya bizzat gitti. Tuluza ve Orlean, onu çekmişlerdi. Burada Attila’nın gelişini beklemiyorlardı, dolayısıyla hazırlanmamışlardı. Haçlı bayrakları ve atlı müfrezeleri görür görmez, göçmenler ve bütün Gallia huzursuz oldular. Mahkeme, hainlere karşı hızlı ve adil idi. Ona direnmediler bile. Kaçaklar, Kıpçaklar için, ihanetin en büyük suç olduğunu biliyorlardı. Bozkırlılar her şeyi affediyorlar, ancak, sadece ihaneti ve korkaklığı affetmiyorlar.
Acı pişmanlık dakikaları… Attila, Orlean’da işini bitirmişti ki, kendisine, Roma kuvvetlerinin yola çıktığı, Aetsiy’in savaş ilan ettiği haberini getirdiler. Attila’yı bir anda karışık duygular sardı. Hileler ve şüpheler, çoktan beri kendisini huzursuz ediyordu. Attila, falcıya başvurdu.
Adet üzere, koyun kestiler. Falcı, hayvanın kürek kemiğine baktığı zaman, irkildi ve felaketi haber verdi. (Falcının Roma’dan hediye aldığı istisna değildir.)
Böylece, Aetsiy, daha savaş başlamada önce, galip gelmiş gibiydi. Psikolojik saldırıda başarılı olmuş, Attila’nın ruhuna kargaşa, kararsızlık düşürmüştü… Fakat bu, onun yegane zaferi oldu. Savaşı, Katalon tarlalarında, Şampanya’daki ünlü ovada yapmayı teklif ederek, çok erken sevinmiş, açıkça acele etmişti.
Arazi, doğrusu, atlılar için elverişli değildi; fakat Attila, belki de düşmanın dikkatini dağıtmak için, bunu bilhassa yaparak, kendisine uygun olmayan şartları kabul etti. Ne var ki, yine de, ağır duygular, kendisine acı çektiriyordu: Attila’ya, savaş şartları kendisine dayatılmış gibi geldi; bu şartları kabul etmek istemiyordu; fakat kabul etti.
Istıraplar içindeki başbuğ, başını yukarı kaldırdı, saatlerce yukarı baktı; fakat Gök ses vermedi. Savaştan önceki gece, sessizce geçti. Saban, daha erken ışıdı. Askeri birlikler saf oluşturdular; Attila, kuşkular içinde, hala dört dönüyordu. Sonunda şunu söyledi: “Kaçış, en hazin ölüm”. Ve bitkin bir şekilde atına yürüdü. Güneş artık yüksekte idi.
“Ura!” haykırışıyla, atlılar hücuma geçtiler. Fakat, Attila’nın kendi yetiştirmesi, Aetsiy, her şeyi doğru hesaplamıştı. Hücum neticesiz kaldı. Türkler, geri püskürtüldüler. Mağlubiyetin acısını hisseden Attila, ancak o zaman sakinleşti. Tengri’ye şükür, bu dakikada, kendi kendisine galip geldi.
Askeri birliklere yaklaştı, söyleyeceğini bulmuştu. Onun temiz ruhundan, temiz sözler döküldü; bu sözler, keskin bir kılıç şarkısı gibi çınladı. Başbuğun sözleri, Kıpçakların kalplerini coşturdu.
“Savunma, korku işaretidir… İlk vuran, cesurdur. İntikam, tabiatın büyük bir hediyesidir. Zafere koşan kişiye oklar erişmez… Attila savaşırken rahat duran kişi, artık ölmüş demektir.” Bunlar, onun kısa konuşmasının son kelimeleri oldular.
“Sarın koççak!” (şan ve şeref yiğitlere!”) diye gürledi büyük Kıpçak, ve kılıçla ordusunu takdis etti. Onun sesi, –Kıpçak dilinde “bey”, “razı” manasına gelen– coşkun “u-ra-a” sesleri içinde boğulup gitti.
Bir anda her şey karıştı. Katalon tarlaları, sanki parlak zafer güneşiyle aydınlanıyordu. Güneş şimdi Türklerin kılıçlarında yansıyor, yeryüzünü aydınlatıyordu. Bu kere, Avrupa ordusuyla savaş, çok daha ciddi olmuştu. Tengri’nin elçileri, kendi kamplarına ancak geceleyin döndüler. Yorgun ve memnun olarak döndüler.
Sabah, ali-cenap Attila, Aetsiy’in kılıç artığı ordusuna –acımak mümkün olmayan düşmana– ayrılma izni verdi. Bu asil jesti, Romalılar, Kıpçakların zayıflığına yordular. Onlar, daha doğrusu, onların tarihçileri, daha sonra, Attila’yı Katalaun tarlalarındaki savaşta mağlup saydılar.
Savaşı meydanındaki bir merhamet, bakın nasıl neticeleniyor!
Attila, tabii ki, bundan hiç haberdar olamadı. O, yüzyıllar sonra meydana gelecek hadiseleri nasıl bilebilirdi? Başbuğ, o sırada Türklerin yaşadıkları Kuzey İtalya’nın şehirlerini yeryüzünden silerek, ordusunu Roma’ya yöneltti. Kıpçak kaçakların başka bir sığınağı olan Milan bilhassa zarar gördü.
Attila’nın askeri birlikleri, çok geçmeden, Roma açıklarında durdular. “Mağlubiyet kurbanı” Kıpçaklar, savaş sancaklarıyla Roma’ya geliyorlardı! Onları, başta piskopos Lev olmak üzere, asiller karşıladılar. Romalılar, kendilerine merhamet etmesi için Attila’ya yalvardılar; onlar, Türklerin iyi kalpli, başkalarına yardıma hazır ve kin tutmaz olduklarını biliyorlardı. Roma papa’sı bile, yalvararak dizleri üzerine çökmüştü… Bu karşılaşma, Vatikan’da muhafaza olunan, Rafael’in tablosunda yansıtılmıştır.
Kıpçakları durduran, tabii ki, düşmanın göz yaşları değildir. Hatta, İtalya’da vebanın ortalığı kasıp kavurduğu yalanı da değildir. Roma piskoposunun başı üzerinde tuttuğu haç. O durdurdu.
Bu, Tengri’nin haçı idi! Atlılar, onu Gök’ün iradesi kabul ediyorlardı. Roma, Türklerin mukaddes bildiği şeyi, başları üzerine kaldırmışlardı, Deşt-i Kıpçak’ın hakimiyetini tanımışlardı. Savaş sona erdi.
Attila eve döndü… Yenilen düşman manzarası, keyif vermiyordu.
ATTİLA’NIN ÖLÜMÜ
Yine de, onlar, Attila’yı kurnazlıkla alt ettiler… Küstahça ve haince. Mağlup olmuş düşmanlar, onlarla her şeyi, en alçakçasını bile yapabilecek kadar korkunçturlar –onlar için ahlaki engeller yoktur. Hiçbir şey onları durduramıyor.
İldiko isimli dilber, kendisini Attila’nın huzurunda nasıl bulmuştu? Kimse bilmiyordu. Başbuğ, bu güzel kızı görmüş ve ona aşık olmuştu. O, engin ve coşkun gönüllü bir insandı. Düğün şölenleri, bütün gece devam etti. Sabah, muhafızlar, Attila’nın, yatak odasından uzun süre çıkmadığını fark ettiler. Öğleye kadar beklediler. Yöneticilerin odalarında şüpheli bir sessizlik vardı.
Kapıyı kırıp içeri girdiler ve korkunç manzarayı gördüler. Başbuğ, kanlar içinde yatıyor, genç kız ise, heykel gibi, kımıldamadan yanı başında oturuyordu… Onun ölümü bir tesadüf müydü? Asla. O gece, İstanbul’daki Bizans imparatoru Markian, rüyasında, Attila’ın kırılmış yayını görmüştü. Bu bir felaket işareti.
Hayatta, elbette, rüyaların gerçekleştikleri oluyor. Fakat, Greklerin Attila’yı zehirleme teşebbüsleri hatırlanınca, onun ölümünün tesadüflüğü pek inandırıcı görünmüyor. Önceden hazırlanmış bir cinayet mi?.. Bunu başka türlü tavsif edemezsiniz.
Deşt-i Kıpçak insanları, kızgınlıktan çılgına döndüler. Liderin bu tuhaf ölümü, onları yerle bir etti.  Şehirlere ve köylere matem çöktü. Kadınlar beyaz elbiseler giydiler, saçlarını çözüp dağıttılar. Erkekler ise, törenin gerektirdiği gibi, saçlarından bir tutam kestiler; yüzlerinde derin bir yara açtılar. Yenilmez savaşçı öldü! Ardından gözyaşıyla değil, kanla ağlamak adettendi.
Meydanda çadır kurdular; içine başbuğun naaşını koydular. Seçkin atlılar, büyük Türk’ün hatırasına saygı gösterip, gece gündüz çadırın etrafında döndüler.
Kanlı ağıtlardan sonra, çadırın yakınında muazzam şölen başladı. Vahşi, neredeyse insanlık-dışı bir tablo; cenaze acısı ve sınırsız bir şenlik yan yana. Şaşırtıcı bir tören. Öteki dünyaya giden hükümdarın, milletine sağladığı refahın, onun ölümüyle sona ermediğini görmesi gerekti. Hayat devam ediyor.
Gecenin geç saatlerinde cesedi toprağa verdiler.
Attila’nın naaşını üç katlı tabuta koymuşlardı. Birincisi altından, ikincisi gümüşten, üçüncüsü demirden. Buraya başbuğun silahlarını, hayatta iken hiç taşımadığı nişanlarını istif ettiler.
Attila’yı gömdükleri yer bilinmiyor. Cenaze törenine katılanların tamamı, kendilerini öldürmüşlerdi. Onlar, sükunet içinde, öteki dünyaya, kendi hükümdarlarına hizmete gittiler…
Kıpçakların kederli günleri, Romalılar ve Grekler için bayramın başlangıcı oldu. Düşmanlar, Attila’nın ölümüne sevindiler ve sevinçlerini de gizlemediler. Şimdi onlar için mühim olan, halefleri birbirine düşürmek ve Kıpçakların kendilerini güçsüz bırakıp, kesin olarak zayıflayacakları zamanı beklemekti.
Tahta meşru olarak sadece büyük oğul Ellak’ın çıkma hakkı vardı. Ona iftira ettiler; hırs ve garezi uyandırdılar. İç savaş başladı.
Türkler, sanki kendi kendilerine karşı savaşıyorlardı. Kardeş kardeşin, boy boyun üzerine gitmekteydi. Bu, herkesin herkese karşı savaşı idi. (Felaket, insanları kör ve akılsız yapmıştı). Savaşta Ellak’ı öldürdükleri zaman, Romalı politikacılar, propagandacılar, lejyonerler, onlara sonra ne yapacaklarını biliyorlardı. Tefrika, bölüp parçalama. Zayıflatma, güçsüz düşürme. En mühimi, daha fazla iftira, daha fazla dedi-kodu.
Dedi-kodu, Türklerle savaşta en iyi silahtı; sonra onlar, kendilerine karşı, her şeyi kendileri yapıyorlardı… İşte böylece, Büyük kavimler göçü, acımasız ve uzun bir kardeş kavgasıyla sona erdi: Muazzam bir nüfusa ulaşan millet, kendisini mahvetmişti.
Fakat, bu yılların neticesi, Türk kültürü için yine de hazin olmamıştı. O, umulmadık bir şekilde ve paradoksal olarak çok daha ilerledi. O sırada, yani V. yüzyılın sonuna doğru, Kıpçaklar, Avrupa’nın yarısını ve Orta Asya’nın tamamını iskan etmişlerdi. Türk dili, Avrasya kıtası üzerindeki diğer bütün dilleri bastırdı. Türkler, dünyanın en kalabalık milleti oldular.
Evet, onlar, kendi aralarında dövüştüler; farklı inanca sahip oldular; farklı kültür peşinde koştular; hepsi bu; fakat onlar Altay’dan gelme, Altay asıllı idiler. Aynı kandan –Türk– insanlardı. Ve bu, farklı olsalar da, onları ebedi olarak birleştirdi.
İşte, buyurun, Büyük kavimler göçünün en mühim neticesi!.. Bir millet, onlarca başka millete hayat verdi.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Macaristan’ın yerli halkları Türkler!


Eski Altay tarihini inceleyen büyük arkeolog, profesör Sergey İvanoviç Rudenko, kendi kitaplarında, hiçbir zaman Türklerden söz etmedi. Altaylıları, İskitler olarak adlandırdı.
Sergey İvanoviç kazıları sürdürürken, o sırada Türk kültürü ile ilgili gerçeği anlatamıyor ve yazamıyorlardı. Yasaktı! Çarlık Rusyası’nda, sonra da Sovyetler Birliği’nde bu konuda sırf bir söz etme yüzünden, ilim adamları hapse atıldılar, hatta kurşuna dizildiler. Yasak konuydu.
Fakat, işte İskitlerden söz etmeye izin verildi. Onların yerleşim yerlerini, mezarlıklarını araştırmaya izin verildi. Ve ilim adamları anlattılar, incelediler. Ne var ki, her şeyi değil… Mesela, İskitlerin kendi aralarında hangi dille görüştüklerini, soylarının nereden geldiğini sükutla geçiştirdiler. Aslen onlar kimdiler?
Bu, yedi kilit ardındaki sır olarak kaldı; daha doğrusu, ilim adamları, yasak konulara temas etmemekte sözleşmiş gibi suskun kaldılar. İskitler, sanki gökten düşmüşlerdi; “başka bir gezegene ait” bir dille konuşmuşlardı. Onlar, birdenbire, şimdiki Kazakistan, Özbekistan, Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Macaristan bozkırlarında ansızın ortaya çıkmışlardı. Sonra da yok olup gitmişlerdi.
Esrarengiz bir şekilde, bir hiçten ortaya çıkmışlar ve yine esrarengiz bir şekilde bir hiçte yok olmuşlardı. Fakat, böyle de olur mu?!
İskitler hakkında bilgi veren ilk Avrupalı, eski Grek yazarı, eski dünya ehli Herodot oldu. O, Tarih kitabında, bozkır halkının hayatından, bayramlarından ve dini inançlarından, geleneklerinden ve savaşma becerilerinden söz etmiştir. Hatta, İskitlerin dış görünüşlerini, kıyafetlerini anlatmıştır.
Herodot, İskitlerin Avrupa steplerine doğudan, uzaklardan geldiklerini kaydeder… Ama tam nereden? O, bu konuda bir şey yazmamıştır; çünkü, onun coğrafya bilgileri çok kifayetsizdi. İskitlerin, Greklerin hakkında hiçbir şey duymadıkları Altay’dan başka gelebilecekleri bir yer yoktu.
Çok daha sonra, ilim adamları, Altay ve Türkler hakkında inceleme yaptıkları zaman, İskitlerin Altay’dan göç etmiş Türkler oldukları düşüncesi oluştu. Daha doğrusu, bir takım sebepler yüzünden anayurdu terk eden Türklerin bir kısmı oldukları düşüncesi.
Bu tahmin çok haklıydı; çünkü İskitlerin ve Türklerin kültürü tamamen aynı idi. Bunlar arasında farklar aramak, ikiz kardeşler arasında farklar aramak gibi bir şey, boşuna vakit harcamadır.
Rusya’da İskitlerin ve Türklerin bir oldukları fikrini, üç yüz yıl önce, Rus tarihçi Andrey Lizlov dile getirmişti. Fakat, onun dile getirdiği bu gerçek saraya uygun gelmedi ve ilim adamı bu yüzden zarar gördü. Azak seferlerinden sonra Büyük Bozkırı işgal eden ve hür Türk ülkelerini Rusya’nın sömürgesi yapan Türk milletinin can düşmanı Çar I. Petro, bu fikri beğenmemişti. Şimdi, onun için mühim olan şey, Rusya’nın ve Ukrayna’nın yerli halkının, burada kalubeladan beri yaşan Türkler olduklarını gizlemekti. O, Türk milletinin, hiçbir zaman Vatanları ve kültürleri olmadığını söyledi. Böylece, Rus tarihinde Türk milletinin yerine, “vahşi göçebeler” ve “pis Tatarlar” olarak göründüler.
Çok geçmeden, Rusya’ya sınır ötesinden ilim adamları getirildi; yazılı veya sözlü, İskitleri Slav olarak göstermeleri ve Türkleri ise, her yerde, vahşi göçebeler olarak tavsif etmeleri için onlara muazzam paralar ödendi.
O zaman, ta o zamanlardan beri, Türk milletiyle ve İskitlerle ilgili gerçeği dile getirmekten kaçındılar… Böylece, bu aşikar yalanı geleceğe taşıdılar; var güçleriyle çalışarak onu pekiştirdiler. Ama, buna yine de kimse inanmadı; yalan o kadar saçma görünüyordu ki. Slavların burada ne işleri vardı? Bozkırlarda Slavlar hiç yaşamamışlardı; onlar ormanların sakinleriydiler.
O zaman daha da ileri gittiler; yeni yalan uydurdular; güya İskitler İran’lı idiler ve Persçe konuşmuşlardı… Ne yazık ki, bu fanteziler tuttu; o zamandan beri de Rus tarih ilminde yaşıyor.
Hatta, yazılı anıtlar, İskit kurganlarında bulunanlar ve Türkçe runik yazılı şeyler, inanmayanları ikna edemiyorlar. Hiçbir şey ikna edemiyor. Demek ki, “herkes, görmek istediği şeyi görüyor” atasözü doğrudur.
Fakat gerçek, yasak altında bile, yine de gerçek olarak kalıyor. O, dürüst ilim adamlarını kendine çekiyor. Profesör Sergey İvanoviç Rudenko, bereket versin ki, böyleleri arasından biri olarak ortaya çıktı.
O, yasağa karşı gelmedi; bu büyük bir felaket olurdu. Fakat ilim adamı, kendi kitaplarında, Türkler ve onların kültürleri hakkında aslolanı dürüstçe anlattı. Onun eseri, satırlar arasında okunan bu gerçekleriyle değerlidir. (Ne yaparsın, tehlikeli zamanlarda, ilim adamları bazı kitapları tam da böyle, söylemek istediklerini satır aralarına gizleyerek yazdılar.)
Rudenko, İskitlerin Altay’da yaşadıklarını ve Avrupa’ya tam buralardan göçtüklerini ortaya koydu. Onlar, Türkler idiler: Türk dili ile konuşmuşlar ve yazmışlardı. Gerçi, Herodot’un ifadesine göre, kendilerini skolt diye adlandırsalar da.
İranlılar ve Hindliler, onları “sak” ismi altında tanıdılar. İskitlerin bu isimleri, “korumak-muhafaza etmek” manasına gelen eski Türkçe “sakl” sözünden çıkmıştı… Başkaları arasında çok doğru bir kelime! Evet, İskitler Altay’dan gittiler. Fakat gururla, atalarının inançlarını kendilerinde muhafaza ederek gittiler!.. Belirtmek gerekir ki, bu, tamamen açıklığa kavuşmamış bir tarih bilgisidir; bu konuda hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Sadece halk efsaneleri ve bir de Budist vakayinameleri bu konuyla ilgili bilgi kırıntıları saklıyorlar.
Anlaşılan, iki bin beş yüz yıl önce, Altay’da çok kan döküldü. Ateşli tartışmalar savaşa dönüştü. Kimi kabileler, ellerinde silahlarıyla eski tanrıların (Yer-Su’nun, Ülgen’in, Erlik’in) hakimiyetini savundular. Diğerleri ise, Gök Tanrı’nın, Herşeye Kadir Tengri’nin zaferini savundular.
Dünya insanlık tarihinde, ilk kez, putperestlik ve yeni din savaş meydanında karşı karşıya geldi! Bu, aşikardır ki, din-inanç yüzünden çıkmış bir savaş idi.
“Eski inançlar”ın taraftarları gerilediler; onları İskitler (veya Skoltlar, yahut Saklar) olarak isimlendirdiler. Tabii ki, onlar yeni bir millet değillerdi ve olamazlardı da. Ansızın ortaya çıkıp ve ansızın yok olmadılar. Meçhul kuyruklu yıldız gibi.
Bir millet hiçten ortaya çıkmaz ve hiçte yok olmaz ki.
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Murad ACİ (Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN – Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü)

Hayata Yansıyan Yönüyle Gök Tanrı İnancı


“Eski Türkler kut’un bir nur şeklinde gökten indiğini görürlerdi.”
Ziya Gökalp’e göre Türklerde “kut” kelimesi “mana”ya karşılık gelmektedir. Eski Türkler kut’un bir nur şeklinde gökten indiğini görürlermiş. Nur sütunu her neye değse onu kutlu (mana’lı) kılarmış.(1) İnsan evrende var olan “kut” ya da Yaratıcı kudret ile sürekli ilişki içinde olduğu bir asli duyguya sahiptir. “Kuran kaynaklı düşüncenin fıtrat dediği bu asli duygu, genel adıyla kutsal ve kutsallık duygusudur.”(2) Şu halde kut, fıtrat şeklinde de anlaşılabilir. Fıtrat, Kuranda başka bir şekilde, her yerde, her şeyde bulunabilecek kut’u anlatacak şekilde “sıbğa” yani Allah’ın boyası olarak da anlatılır.(3)
İlginçtir ki Türk dininde dört türü olan kut’u da dört renk temsil etmektedir.(4) Buna göre Türk dini hayatına renk veren husus “kut,” Kuranın tabiriyle “Allah’ın boyası”: “Allah’ın boyası(na bak!) Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim vardır? Biz işte O’na ibadet edenleriz.”(5) Kuran bu ayette, dine gerçek anlamda vaftizle girdiklerine inanan Hıristiyanlara cevap vermekte ve gerçek boyanın Allah’ın doğuştan insana verdiği temiz “boya” olduğunu açıklamaktadır. Çünkü Hıristiyanlık bozulmuş ve asli saflığından uzaklaşmıştır. Oysa insanın sadece bir fıtratı vardır ve o da her zaman ve zeminde hep aynı olan bir fıtrattır.(6)
Allahın Türklere vurduğu boyada, Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir bozulma söz konusu değildir. Bu durum, bozkıra has hususiyetlerle süregelen bozulmamış yaşam tarzlarından ve temiz fıtratlarından açıkça anlaşılmaktadır. Ancak bu fıtratın görülebilmesi için tabiatta, evrende ve kutun değdiği her şeyde var olan “kut”a değil, “töre”ye bakmak gerekir. Kutadgu Bilig’e göre ay gibi olan kut, görünür hale gelmesini töreye borçludur, fakat kaynağı Tanrıdır.(7) Töre ne kadar iyi tatbik edilirse, kut o kadar güçlenir.(8) Çünkü töre, kutun zuhur tarzı, dayandığı hükümler ve prensiplerdir.(9)
Bu noktayla alakalı olarak Gökalp, her büyük milletin uygarlığın bir sahasında en yüksek noktaya çıktığını, Türklerin de ahlakta birinci olduğunu tesbit eder.(10) Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türklerde törenin temellerini, hedeflerini ve buna göre siyasi ve sosyal hayatın idaresini Tanrı inancından kaynaklanan değerler şekillendiriyordu.(11)
Türkler, tabiatın zor şartları içinde yaşamak için verdikleri mücadelede tabiatın gerektirdiği karakteri de almışlardır. Açık bir şekilde “maddi ve manevi dayanıklılık, demir gibi bir irade, kendine güvenme, disiplinli olma, ileri görüşlülük, kararlılık ve kanaatkarlık belli başlı özellikleri haline gelmiştir.
Ayrıca, milli dayanışma anlayışının doğal bir sonucu olarak fedakarlık, bağlılık, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik, dürüstlük, cömertlik ve konukseverlik gibi meziyetler de onlarda çok erken dönemlerden itibaren gelişmiş ve yerleşmiştir.”(12) Bundandır ki bir taraftan “töre” ile düzenli işleyen devletler kurmuşlar, diğer taraftan da tabiatın gerektirdiği hayat tarzında “kut”u bulmuş ve yaşamışlardır. Diğer bir ifadeyle “Allah’ın boyası” Türklerde somut olarak törede, manevi olarak da kutta açıkça kendini belli etmiştir.
Buradaki dini tecrübeyi anlamak için Eski Türk dinindeki “kut” ve “töre” kavramlarını iyi anlamak gerekir. Kut, Gök Tanrının hayattaki uzantısıdır, Tanrının bir lütfudur. Kutadgu Bilig’e göre kut’u Tanrı verir, Tanrı yükseltir ve Tanrı kime kut vermişse onun işi yükselir, dünya onun olur. Töreyi de Tanrı verir, çünkü töreyi gerçekte vaz eden “Törütken” Tanrıdır.(13) Tanrı Türk Hakanlarını Türk töresini uygulamaları için tahta çıkarmaktadır. (14) Nitekim Türk hakanları Tanrıdan kut alır ve tahta otururlar. En başta M.Ö. 209-174’de Mete Han “Tanrı Kutu Tan Hu” unvanına sahiptir.(15) Bilge Kağan kut sahibi olduğu için tahta geçmiş ve başarılı olmuştur. Kut Tanrının bir bağışıdır. Irk Bitig’e göre hürmetle dua edip kut isteyene Tanrı kut, sürü ve uzun ömürler verir.(16)
Kut’u ya da kutsalı bu şekilde, geçmişten Türklerin Müslüman oldukları döneme kadar zaman içinde ve her ne kadar Müslüman oldukları döneme ait olsa da, geçmişe de göndermede bulunmaları bakımından ilk yazılı eserlerde de görmek mümkündür. Kutadgu Bilig’e göre kut, insan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi gösterir. Kut, Tanrının fazlındandır, menşe itibariyle Tanrıdan gelir. Kut, insandaki asli cevher (ruh); insanı insan yapan özüdür. Kut İlahi kaynaklı olduğuna göre, demek ki bu cevher de İlahi kaynaklıdır. Bundan dolayı, “kuta vurmak isteyen kendisi vurulur, onu ezmek isteyen kendisi ezilir.”(17) Çünkü “kut, insanın bir nevi özerk kudreti (nefs),”(18) bireysel varlığıdır. Kim özünü tutar (nefsine hakim olur), cevherini zararlı hırslardan arındırırsa kuta kavuşur. Kim de nefsine uyar, töre’nin yasakladığı, insani özellikleri öldüren işler yaparsa kut’u kaybeder. Kut, “erler eridir,” ona boyun eğmek gerekir, aksi takdirde ona kafa tutan kaygı ile güreşir, iç ahengi, “unsurlar arası dengesi” bozulur.(19)
Tanrı kime inayet ederse o ‘kut’a kavuşur, kutlu olur, iki cihanda da mutluluk bulur.
Kut aynı zamanda töre ile ilişkisi içinde manevi bir yol ve yöntem de içerir. Kut, töreye uymak suretiyle insandaki iç gücün harekete geçirilmesi mahiyetinde ortaya çıkar. Onu çıkarmanın yolu hikmet, bilgi, hizmet, iyilik yapmak, haya, adalet, yumuşak huy gibi hasletlere sahip olmaktan geçer. Kut geldikten sonra kişi doğru (köni, adil) hareket ederse bu hal ona siner, güzelliği eksiksiz olur. Kut’u korumak için kişi hayatını, hareketlerini, işlerini bu hale göre düzenlemeli ve özünü devamlı adalet ve doğruluk üzerine bulundurmalıdır. Ayrıca bu hasletlerin yanına başka unsurlarla birlikte “halkın duasını” yani güzel geçim ile manevi desteklerini almayı da eklemek gerekir. Ancak sonuçta Tanrının ihsanı olmadan kut elde edilemez. Tanrı kime inayet ederse o kuta kavuşur, kutlu olur, iki cihanda da saadet bulur.(20)

Kaynak: HİKMET TANYU’DA GÖK TANRI İNANCI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ercan DALKILIÇ
Alıntılar:
(1) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 34.
(2) Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, Yeni Boyut Yayınları, 4. baskı, İstanbul, 1987, s. 11.
(3) Murtaza Mutahhari, Fıtrat Üzerine, Bengisu yayıncılık, İstanbul, 1992, s.16.
(4) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 34.
(5) Bakara: 138.
(6) Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 20.
(7) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Çev: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 65.
(8) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, s. 76.
(9) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Ankara, 1990, s. 7-8.
(10) Ziya Gökalp, “Türklerde Ahlak”, Türkler, c. 3, Ankara, 2002, s. 283.
(11) Süleyman Kocabaş, Tarihte Adil Türk İdaresi, Vatan Yayınları, İstanbul, 1994, s.10.
(12) Ekrem Memiş, Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi, Ekin Kitapevi, İstanbul, 2000, s. 314.
(13) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.
(14) İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, s. 57.
(15) Jean Poul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 44.
(16) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, s. 54.
(17) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.
(18) Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, s. 54.
(19) (20) Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig.